31 Mayıs 2013 Cuma

Taksime gezi parkına dair

   Siyasi konularda veya siyasileşmiş konularda pek sevmiyorum yazılar yazmayı da okumayı da. Ama bazen öyle şeyler oluyor ki bu memleket nereye gidiyor diye sorasım geliyor. 

   Taksim Gezi Parkı olayının aslında benim tespit ettiğim bir kaç bakış açısı var: 

   Birincisi; Sosyal medyaya baktığın zaman inanılmaz polise karşı barbarlık var. Veriyorlar veriştiriyorlar, "Sen insan değil misin, istifa etsene o zaman"a kadar vardırıyorlar işi. O adam eğer orda istifa ederse ekmeğini sen verip yaşamını sen idame ettirecek misin bu adamın? Şu yaşıma geldim, resmen götüm çıktı bi yerlere geleceğim diye. Kolay değil bir ekmek sahibi olup hemen öyle çekip gitmek. Polisi eleştirirken biraz daha iz'an sahibi olmak gerekir. Ona emir verenleri sen seçtin neticede.

   İkincisi: Be polis abim! Şu egonu bi indireydin, eline bi cop, beline bi silah, omuzuna da azıcık yetki verdiler diye sen de insanlığından çıkmayaydın iyidi de... De işte! Kendini Colloseum'daki kahraman gladyatörler gibi görmeyip karşındakinin de insan olduğunu hatırlayaydın da iyidi. Belki biber gazını sıkarken, copunu vururken daha insaflı düşünürdün. Kim ödeyecek şimdi bu ölen insanın diyetini? Dahası hangi diyet yetecek yok olan bir insanın hayallerini gerçekleştirmeye? Akşam evine gittiğinde bugün ağaçlar yaşasın diye direnen birini öldürdüğün için kendini haklı(!) bir gurur içinde yatağına nasıl atacaksın merak ediyorum. Hatta sebebini de geçtim, bir insan öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek olarak görmediğin için vicdan muhasebeni nasıl tamamlayacaksın?  

   Üçüncüsü: Oraya bir AVM dikilmesini umursamıyorum. Ama zaten ordaki tarihi kışlayı yıkarak bir dönemi yok etmeye çalışan zihniyet ne kadar hastalıklı ise bilmem kaç yıldır can olan, kan olan, kuşlara ev olan insanlara nefes olan bu parkı yıkmak ve yerine kışlayı geri getireceğini söylemek de aynı derecede hastalıklı bir zihniyet değil mi? Geçti Bor'un pazarı demiyor mu Anadolu'da insanlar!  "Memleketimde bir yaş kesenin başını keserim." buyurmuyor mu tarihi fermanlar? Zaten boğazına gökdelenler batmış bir şehrin bir kaç nefes alacak alanından başka korunacak tarihi eser yok mu o güzelim şehirde? Benim bildiğim yüzlerce yıkılmaya yüz tutmuş eser kaynıyor sokaklar. Ayrıca Başbakan bir dönemler Marmaray'da çıkan tarihi eserler için "çanak çömlek(!) kırıntısı" dememiş miydi ki birden böyle tarihi kışlayı önemsemeye başladı. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

   Dördüncüsü: Protestocuların tamamının gerçekten orda çevre için bulunduklarına inanmıyorum. Olayı çarpıtan, yangına körükle giden, milleti galeyana getirmeye çalışan bir çok ilginç, konuyla ilgisiz, sırf olay çıkarmak için giden gruplar da var.  Tamam çevre ve orman/ağaç sevginizi anlıyorum, çok da takdirle karşılıyorum ama amına koyim pikniğe gittiğimiz zaman neden ormanlar çöplük gibi? Madem o kadar çevrecisiniz, insanlara inat o poşetleri toplamaya çalışırken veya pet şişeyi çöpe atmaya çalışırken neden insanlar uzaylıymış muamelesi yapıyor bana? Durup önce bi kendini de eleştirmek lazım. 

   Dörtle  bağlantılı olarak belki bir ütopya veya internet geyiği olarak görülse de taşlar yerine bir bir otururken için için kaynayan ülkemde bir Türk baharının çıkması anlık bir durumdur. Bundan ise kimin fayda sağlayacağı zaten gün kadar aşikârdır. 

   Kısacası anamın dediği çıktı gene: Eğerinde de var, çarkında da var, başında oturan koca domuzda da var. 

27 Mayıs 2013 Pazartesi

pazar


   Sabah geç kalktım bugün. Bakma geç dediğime, aslında olağan kalkışıma göre geç. Yoksa bilirsin sabah uyuyamam ben. Pazar olmasını tüm içtenliğiyle değerlendirdim. Dün hiç çıkmadım evden. İstemedi canım. Bütün gün bilgisayar başında pinekledim. Hoşlanmadığını biliyorum. Kafam zonkladı, zaten iki gündür ağrıkesicilerle duruyorum. Bugün de çıkmayacaktım aslına bakarsan. Hani şu köpek vasıtasıyla tanıştığım çocuk Can olmasa bugün de dünün aynısı olurdu. Israr etti illa işyerime gel diye, ben de kaç gündür çıkmıyor Limon diye söylediklerini bahane edip uzunca bir yolu yürüdüm. Yolda köpeğimi görenlerin verdiği tepkilere tepkisiz kalıyorum. Hoşuma gidiyor ama, itiraf etmeliyim.

   Can'ın yanında çok durmadım. Şiddetli rüzgar vardı, zaten tepedeydi. Ama atlas deniz güzel görünüyordu. Sevmeye başladım bu şehri sanırım. Kendimi sürü içindeki karakoyun gibi hissetsem de... Sokakta herkes podyumdan fırlamış gibi. Nasıl oluyor da bu kadar varlık içinde yokluk çekebilirim bilmiyorum. Ya da bunlar insansa ben neyim düşüncelerine dalmadan edemiyorum. Tamam, tamam kızma başlamayacağım gene. Biliyorum bu tarz konuşmamdan hoşlanmadığını.   

   Dönüşte biraz Limon oynasın diye parka girdim. Çimenlere oturdum tasmasını çıkardım. Çok güzel oynadık baştan. Koştu durdu etrafımda, arada bana sataştı. Özgürlüğün çimenlerin tadını çıkardı bolca. Ben de o oynarken bir arkadaşımla telefonda konuşayım dedim. İki dakika boş bırakmaya gelmedi hemen köpekten pek hoşlanmayan insanların yanına gitti. Gittim hemen tasmasını taktım ama telde konuşmaya devam ederken elimden kaydı. Meğerse aynı kişiler yemek yiyeceklermiş, ondan dolayı direkt adama saldırıp ayranını döktü. Kusura bakmayın, İsterse ayranın parasını vereyim dedim. Yok da köpeğinizi alın hoşlanmıyorum dedi. Hemen Limon'a bir tokat ile ordan alıp gittim. Ağrıma gitti başkasından laf işitmek. Biliyorsun arlı bir aileden geliyorum. Böyle şeyler beni üzer. Kafama takıldı biraz.

   Ordan sahil boyunca devam edip çayını sevdiğim deniz kenarındaki çay bahçesine yürüdüm. Gerçekten güzel çay yapıyorlar. Üç beş çeşit çay karıştırıyorlarmış, ama seviyorum. Güzel çay yapan mekanlar her zaman gözdem olmuştur. Bu sadece güzel çayı ile gözdem değil. Aynı zamanda nerden buluyorlarsa çok güzel çocuklara garsonluk yaptırıyorlar. Bugünkü özellikle harikulade idi. Bir kez daha gülsün bir kez daha göreyim diye türlü şaklabanlık yaptım, Allah'ım sen bilirsin! Kıskanmadım desem yalan olur, içim de gitti. Hatta biraz gene depresif havam tuttu. Tamam köpeğimle birlikte gezmek çok güzeldi ama ya biri olsaydı elimden tutan? Sokakta değil tabi ki. Böyle şeylere karşıyım, söylememe gerek bile yok sana.

   Asma suratını! Sen kadar iyi değiller. Sen hep en gözdemsin. Benim biricik hayali sevgilimsin. Hiç var olmayacak, hiç bir zaman bulmayacağım, öldükten sonra da yanımda gömülecek olansın. Sol yanımdasın. Taaaa içerlerde, göğüs kafesinin derinlerinde bir yerlerdesin. Seni sevmesem nasıl dayanırım. Sen kal benle hep, gitme bir yere hiç. Dertleşelim biz senle, paylaşalım hayatı. Kal gitme bu gece!

20 Mayıs 2013 Pazartesi

aşk en çok karanlıkta parlar

   İnternetten tanıştık onunla. Daha dün. Görüştük, hoş çocuktu. Biraz şüpheli yaklaştıktan sonra gelebileceğini ama gelirse yatılı kalması gerektiğini çünkü saat dokuzdan sonra araba olmadığını söyledi. İyi, film izleriz beraber, dedim. Geldi, kamerada göründüğü kadar hoş olmasa da yine de gayet güzeldi.El sıkıştık, uzun sayılabilecek sakalları vardı. Yumuşak... Sonra eve geçtik. Çay/kahve içer misin diye sordum. Kahve istedi. Mutfak masasına oturduk. Ben bir ucuna o diğer ucuna. Sohbete başladık. Laf lafı açtı. Henüz kendisini bilmiyordu. Yahut da biliyordu da kabullenememişti. Ben kabullendim de ne oldu dedim. Karşıma doğru dürüst insan çıktığı yoktu ki. Hem çıksa ne yapacağımı sordu. Ona göre sokakta elele tutuşamayacaktım, evlenemeyecektim ve dahası nereye kadar bunu yürütebilirdim. Haklısın dedim. Benzer şeyleri ben de düşünüyorum, ama evlendiğim zaman karşımdaki kadın benden bir çok şey bekleyecek. Sadece beni etkileyecek bir karar değil bu. Hem onun ailesine dert anlat, kadının cinsel anlamda tatmin edilmesi, düğün dernek olursa o kadar ayrıntılı ve gereksiz prosedür, herkesi memnun etmeye çalışmalar, yalandan bir gülümseme, sonra  çocuk vs vs... Kendisi için bu tür problemleri aşabileceğini söyledi. Evlenebilirdi, evlenmeliydi hatta. Kendini kabullenememişsin pek fazla dedim.Sonra kendini farkettiği hikayesini anlattı. Emre'den... O sonradan ah ettiğim, yerinde olmak istediğim, kendimi kötü hissetmeme neden olan kişiden.

   Çocukluktan beri arkadaşlarmış. Yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş. Hep kollamışlar birbirlerinin sırtlarını. Ondan behsederken o kadar heyecanlıydı ki ben çayımı bitirdiğim halde o sadece bi kaç yudum almıştı. Emre dört yıldır çıktığı kızla evlenmiş, ufak da bir kızı olmuş. O kadar yakınlarmış ki Emre'nin kız arkadaşını kendisi ayarladığı halde ona katlanamıyormuş, kıskanıyor, trip atıyor ve morali bozuk halde yanlarında oturuyormuş. Allahtan kız yurtdışında imiş. Zaten onu ayarlamasının sebeplerinden biri de bu imiş. Türkiye 'de olsaydı katlanamazdım, diyor:   "Alkol kullanmamasına rağmen bir gece, bir münasebet dolayısıyla alkolü fazla kaçırdık. O da dahil. Arkadaşlarda kalacaktık. Zaten bütün arkadaşlarımız bilir ki biz beraberken tek yatakta yatarız. O zamana dek aramızda hiç bişey de olmamıştı. Ben genelde sarılıyordum ona ama o pek oralı olmuyordu. O akşam beraber yattık yine. Gece bir aralık ben bir uyandım ki ellerim onun eşofmanından içeri girmiş. Nasıl oldu bilmiyorum. Ben de fırsat bu fırsat deyip devam ettim, uyuyordu ama sertleşti. Sonra bir aralık uyanır gibi oldu ve ben o zaman onu öptüm."  Stajını sırf ona yakın yapabilmek için kaç kilometrelik şehirde yaşamaya karar vermiş. Ama Emre çok yakınında olmasına rağmen ne ondan tam anlamıyla kaçıyor ne de aynı yerde yalnız kalıyorlarmuş. O olaydan sonra mevzu pek açılmasa da sürekli kaçmaya başlamış. "Biz birbirimize bağımlıyız o da ben de, ikimizde görüşmek istemiyoruz ama görüşmek zorundayız.Bir şekilde aramızdaki bağ devam ediyor." diyor. Bu kadar kendisini kabul edememiş olmasına rağmen aralarındaki çelikten görünmez bağı hissediyorum. Ben de benzer bir hikayemi anlatıyorum. Sonu aynı olan. Ama sadece farkı benim ona olan bağlılığımı bitirmek zorunda olduğumu ve bunu başarabildiğimi söylüyorum.

   Film izleyip, bişeyler yedikten sonra yatıyoruz.  Bağlanıyorum ona. Teni o kadar güzel ki. Kokusunu içime çekiyorum. Biliyorum kokusunu böyle içine çekersen özlediğinde burnunun direği sızlayacak ama gene de çekiyorum. Güzel kokuyor. Ama o soğuk, öpmüyor bile beni. Hatta sarılmıyor doğru düzgün. Aktiflik pasiflik konusundaki anlaşmamıza rağmen kendisinin hatrına pasif olmamı istiyor. Hangi sıfatla diyorum, çünkü pasif olmak benim için bir fedakarlıksa bu ancak benim sevgilim olacak, güvenebileceğim kişi için söz konusu olabileceğini daha önceden biliyor. Ben baştan istemiyorum, tavrımı bildiğini beni zorlamaması gerektiğini söylüyorum. Nazikçe rica ediyor ve o an sarılıyor bana, öpüyor dudaklarımdan olmasa da. O kadar hoşuma gidiyor ki direnemiyorum, adeta elimden iradem alınmış gibi hayır diyemiyorum. Deneyeceğimi söylüyorum. Sonrasında sırtını dönüp yatıyor bana.Yüzünü bir kez olsun dönmüyor. Arkadan sarılıyorum, konuşuyoruz sessizce. Evlilikten dem vuruyoruz yine. "Emre gel gidelim yurtdışına, evlenelim orda dese bir saniye durmam. Giderim. Gözüm kapalı hem de.Onu demeyip burda beraber olalım dese gene evlenmeyi düşünmem şimdiki düşüncelerimin aksine" diyor. "Peki malum biliyorsun o evli ve kızı var böyle bişeyin belki de hiç mümkün olmayacağını biliyorsun, değil mi?" diye soruyorum. Derinden konuşuyor: "Biliyorum elbette ki, zaten ihtimal de vermiyorum. O dese ki bundan sonra hiç görüşmeyelim, tamam derim. Hatta dedi de bir keresinde. Kaç ay hiç görüşmedik. Ama gene sonra kendisi aradı beni. Görüşelim pişmanım dedi. Yine görüşmeye başladık." 

   Gerçek aşk iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde de azalmayandır.* O kadar büyük bir kabullenişti ki bu. Senin olmayacağını bile bile yine de o kişiyi sevmek, he dese içinde sonsuz sayıda kelebek uçuşacak olmasına rağmen bunu bir kenara koyup onun iyiliğini istemek. Peki ben bunun neresindeydim? Bu sevgiyi gölgelemekten, arada iğreti bir gelin olmaktan, anlık zevk kurbanından başka ne diye vardım ve ne işe yarıyordum, sorgulamaya başladım kendimi. Evet ondan gerçekten hoşlanmıştım ama başka birine ait kalbi için ne yapabilirdim! İç hesaplaşmam bir beş dakika kadar sürdü. Yok, daha yastığa kafam değmeden uyuyan ben uyuyamıyordum şimdi. Huzursuzlandım. İçimdeki bir el midemi kasmaya başladı. Ne zaman böyle hissetsem anında midem bozulur, ishal olurum. Bak gene oldu.Hay aksi! Onu sardığım kolumu çekip, yataktan kalkıp yan odaya geçtim.  Çekyatı açıp ona ince yastık verdim. Ben yan odada yatacağım'dan başka şey söylemedim. O kadar uykuluydu ki benim bir sebeple değil de tek kişilik yatağa sığamayacağımızı düşündüğümü sandığı için neden gidiyorsun diye sormadı bile.Alındım buna da.Bişey demedim. Çekyata yattım, saat gecenin üçüydü. Sabah erken işe kalkmam gerekiyordu. Üstelik haftasonu ailem burda olduğu ve dahası günü birlik İstanbul'a gittiğim için gecenin köründe evde olduğumdan doğru düzgün dinlenememiştim bile. 

   Stresli olduğum zamanlar sabahları da uyuyamam. O kadar yorgun olmama rağmen telefonun alarmı çalmadan uyandım. Gidip duş aldım. Sonra o da sabah duş almak istediği için onu uyandırdım. Kalktı, duş alırken bir taraftan çay suyu koydum bir taraftan  traş oldum. Kahvaltıya oturduk. Akşam hissettiklerimi anlattım. Şaşırdı baştan. Ondan dolayı gittiğini anlamadım, dedi. Kahvaltılıklardan ve masadan bakışlarımı kaldırmadan "Emrenin yerinde olmak isterdim, sanırım senden hoşlandım ve kimse beni bu şekilde sevmemişti. İkinizin arasına bu şekilde girmek kendimi kötü hissettirdi." dedim. "Keşke bunları hiç anlatmasaydın, bu sadece bir gecelik bir ilişki olarak kalsaydı, şimdi yüreğimin yarısı sende kalacak" diyemedim, her zaman yaptığım gibi sustum. Kıskandığımı, özlem duyduğum şeyin bir adım ötemde olmasına rağmen bana karşı olmadığı müddetçe ne kadar aciz kaldığımı anladım, sustum bu yüzden. Ne kimse benim için bunları söylemiş, ne de ben böyle birini bulabilmiştim. Sustum, zorla yuttum son lokmamı. Son içtiğim çay yudumu yaktı boğazımı ama diyemedim.  Gene sustum. Lanet bir suskunluğun içine battım. Çırpındıkça daha çok battım. Bundan sonra ne olurdu, beni tekrar arar mıydı, ararsa ben ona aynı şekilde boğazım düğümlenmeden, aklıam Emre gelmeden yanıt verebilecek cesareti bulabilir miydim bilmiyorum. Ama bir yanım keşke arasa, keşke arasa da Emre'de bulamadığı sevgiyi bende bulabileceğini düşünse... Düşlerini değiştirebilir miydim diye düşünmeden edemedim. Kendimi yine çaresiz hissettim, daha çok gömüldüm içime. Alışamadı bünyem bu tür şeylere. Her gelene bağlanmak zorunda mı bu orospu gönlüm demeden geçemedim. 

   Ürkek ama bir o kadar da radikal kararlar almanın eşiğinde gibiyim. Birçoğunun anlamayacağı, belki de benim dahi uygulamaya ne kadar dayanabileceğimi bilmediğim kararlar. Bilmiyorum, uyumak istiyorum. Çok yorgunum, öyle dinlenmekle geçecek türden değil yorgunluğum. 

*Yahya bin Muaz

13 Mayıs 2013 Pazartesi

ne çok yalnızlık

   En çok bana benzeyen adamlar yaraladı beni. Kendime en yakın hissettiklerim... En büyük darbeyi onlardan aldım. En çok onlar gittiğinde içimin en derin kısımları kanadı. Onlar gittiğinde yola bakan ben oldum.

      Diğerleri zaten gideceklerdi. Baştan biliyordum hepsini. Ama ya en çok bana benzeyenler...? Onlara güvendim, gitmezler sandım, güvendim. En büyük sorunum buydu benim, biliyor musun? Ben aslında hiç aşık olmayı istemedim. Ben hep güvenmeyi, güven duymayı, başımın altında sessizce ve sakince çarpan kalbi dinlemeyi istedim. Ama korkmadan, gideceğini düşünmeden, başka kokular koklamadığını, denizin tuzunu, uçurtmanın kanatlarının altından akıp geçen havayı birlikte içimize çekeceğimizi düşünerek... Öyle efsane aşklara inanmadım da, aramadığım gibi. Olmadı. Her güvendiğim, güvenmeye çalıştığım adam bişeyleri bahane yaptı. Uzak dedi biri, kaç yıldır bunu bekliyorum o yüzden gitmem gerek diyen oldu, bir diğeri  belki hiç beğenmedi ama dile getirecek cesareti yoktu. Bilemedim, tanıyamadım hiç birini. Tanıdığımı zannettim. Hepsi gitti.

     Şimdi hepsinden çok kendime yakın hissettiğim, akîl gördüğüm insanlardan korkuyorum. En acımasız onlar. Ne kadar benziyorsa bana, o kadar artıyor korkum. Hadi diğerlerinden kaçar da insan, kendinden kaçabilir mi? Kaçamıyorum onlardan bu yüzden.  Yalnızım, bir paradoksun içine tıkılıp kalmışım gibi hissediyorum. Ne çok yalnızlığım var. Gelsen paylaşırım senle. Ama sen bana benzeme mümkünse.