28 Aralık 2012 Cuma

bugün benim doğum günüm


Bugün benim doğum günüm 
Hem sarhoşum hem yastayım 
Bir bar taburesi üstünde 
Babamın öldüğü yaştayım 
Bugün benim doğum günüm 
Kelimeler büyüyor ağzımda 
Bildiğim tüm hayatlar 
Paramparça, paramparça 

25 Aralık 2012 Salı

bir sevda masalı


Üniversite yılları... İkinci sınıfta çıktığım devlet yurdunda kimseleri tanımıyorum. Zaten ortama kolay alışan bir insan da değilim. Oda arkadaşlarımla kafam pek uyuşmuyor. Daha önceden hiç ailemle ayrı kalmadığım için ve o iğrenç soğuk duvarların insanı sıradanlaştırdığı zamanlar oldukça yalnız kaldığımı hissediyorum. Belki de kendisini tersleyen annesine çocuğun verdiği tepki gibi ben de aileme kızıyordum, beni bu garip yerde yapayalnız bıraktıkları için. Akşamları kantinde kısık bir selam verip tanımadığım insanların masasında yemek yiyorum ve öylesine söylenmiş bir    "Afiyet olsun!" dan sonra usulca ve daha önce hiç orda var olmamışçasına çekip gidiyorum yatağıma.

   İnanılmaz kitap okuyorum o yıl. Boş kaldıkça kendimi kitaplara, o kadim dostlara bırakıyorum. Şikayetçi değilim bundan asla. Ha ama, bir arkadaş bir dost olsa fena mı olur? Cevap standart. Benim istediğim sadece bir taneyken nerden bilirdim kaderin bana beş tane dünya tatlısı arkadaş vereceğini. Ve geriye dönüp baktığımda üniversitedeki en güzel günlerimin yurt günleri olacağını.

  Bunlardan bir tanesi var ki kendisi ile çok yakınlaşmıştık. Daha önceden Pomak düğününe gittiğimi anlatmıştım ya hani, işte o arkadaşın düğünüydü. Bir akşam, ya onlar ya ben birbirimizin masasına oturmuşuz. Ben az sohbet etmişim. "İyi bi çocuğa benziyor." diye düşünmüş benim için. Ben pek hatırlamıyorum bu kısmı. Sonrasında aynı fakülte, aynı sınıf diye konuşunca sohbet ilerledi. Beraber takılmaya başladık. Okuldaki gruplarımız farklıydı, o yüzden pek bir arada olamıyorduk ama yurtta ve okuldan sonrasında hep beraberdik yedi yirmi dört hem de.

  Yaz tatillerinden birinde memleketlerimiz yakın olduğu için bize geldi bu bahsettiğim ve bir arkadaş daha. Gezdik, tozduk, denize girdik, Şeytan Sofrası'nda güneşin batışını izledik, eğlendik,vs... her şey güzeldi. Bir yıl sonra onların Gökçe Ada'daki yazlıklarında rüya gibi bir hafta geçirdik. Bu sefer o ve ben vardık, ninesi ve dedesi de vardı ama biz gündüzleri motorla(son model olmasa da evet bir motorumuz vardı) denize gidiyor akşamları yan yana sarılarak film izliyorduk.

  Bunun adadan tanıdığı güzel bir kız arkadaşı-sevgilisi vardı. Hepimiz birlikte bir doğum günü partisine davet edildik. Hava çok sıcak, dansa kaldırılmak istenen kız sayısı çok fazlaydı. biz hepi topu 3 erkek miydik neydik. Hal böyle olunca belki odunluk yaptığımdan, belki gerçekten sevmediğimden, veyahut da özel bi sebep olmaksızın sade istemediğimden hiç bir kızı dansa kaldırmadım. Ama o sevgilisini defalarca dansa kaldırdı. Ve ben onu o kadar kıskanmışım ki fark etmeden tripler atmaya başlamış, iyiden iyiye sessizleşmişim. Zaten topluluk içinde konuşmayı pek fazla sevmem. O benim ortamdan sıkıldığım için atarlandığımı, sessizleştiğimi sandı. Belki ben bile öyle sandım o gece. Ama asıl gerçek böyle değildi.

  Hiç daha önce adada kalan veya denk gelen oldu mu bilmiyorum. Ama bazı geceler açık denizde, hava yaz bile olsa inanılmaz hızlı değişebiliyormuş. Biz parti bitip milletten ayrıldıktan sonra hava bir bozdu, bir fırtına çıktı sanırsın ki şubat ayındayız. Biz tişörtlerle güneş görmüş mart buzağısı... Onun yanında bir ceket vardı ne olur ne olmaz diye aldığı. Bana verdi giy diye. Ama hava o kadar soğuktu ki, dayanamazdım onun öyle durmasına. "Nasıl olsa gece! Kimse görmez. Motoru kullanan sensin ve rüzgar seni daha fazla üşütecek. Ceketi sırtına değil göğsünden tarafa kollarından giy. Sen bana gelen rüzgarı kesiyorsun zaten.Ben de kollarımı senin beline dolarım ve ceketin altında kalır, üşümez." dedim. Bu öneriyi iki hetero arkadaş nasıl dalga geçerek dikkate alırsa o şekilde dalga geçerek uyguladık. Ben rüzgardan dolayı onun sırtına dayadım yanağımı.Bacaklarımı da soğuktan korumak için kıstım.Titriyordum ama onun sıcaklığını hissedebiliyordum. İtiraf edemiyordum kendime huzurlu olduğumu. O kızdan kurtulduğumu. Hayatımdaki en komik belki, ama en hoşuma giden anlardan birinin bu olduğunu.

  Eve vardığımızda, yatakta o kadar moralim bozuktu ki gözlerimin yaşarmasına engel olamamıştım. Neden ona karşı böyle hissettiğim ve o bunları bilse yine de böyle davranır mıydı'ğı ile ilgili sorulardı. Sonra karanlıkta yanıma, yatağıma geldi. kolunu boynumun altına attı. Daha önce bir çok kez yaptığımız gibi... "Neden böyle olduğumu, çok iyi bi insan olduğum için elbette bir gün birini bulacağımı ve bunu gerçekten yürekten istediğini, üzülmememi, eğer farklı cinsiyette olsaymış benimle evlenmeyi bile düşüneceğini vs vs" konuştuk.

    Benim bile bilmediğim şeyde onu suçlayamazdım. Belki biseksüeldi, o da belki uzun bir süre bana karşı duygular besledi. Bilemiyorum. Çok kız muhabbeti yapardı, belki de heteroydu. Birlikte yaşadığımız şeyler gerçekten masumaneydi. Ne ben bu konudan ona bahsettim ki o zamanlar kendime bile söylemeye çekindiğim şeylerdi, ne de o bana... Egosuzduk, kirlenmemişti ve kararmamıştı benim ellerim. Çocuksuluğun o süt kokusunu hala ağzımda taşıyordum ama sevilesiydi. Yorgun değildim o zamanlar. Hayata karşı bu kadar ümitsiz değildim. Şimdi ise gelenler, gidenler, gelip de bi selam verip kalmak isteyip sonra nedensizce sonuçsuzca çekip gidenler, ne istediğini bilmeyenler sardı etrafımı.  Büyüdüm ve kirlendi dünya.

  O evlendi, bense düğününde ona bir hediye aldım, sıkıca sarıldım. Düğünü boyunca yanındaydım. Kendi ellerimle salondan arabaya bindirdim. Arkamı dönüp yoluma devam ettim. Tüm masalların mutlu bitmediğini hayatın çokluk alanında sadece ve sadece yönlendirildiğini, senin ellerinde olmayan bir hayat yaşamak zorunda kaldığını öğrendim. Kalbimin sertleştiğini ve daha az müsamahakar bir insan olma yolunda ilerlediğimi fark ettim. Bunun sorumlusu ben değildim ama bir sorumlu da bulamazdım.

22 Aralık 2012 Cumartesi

yazık lem

  Çatı ile tavan arasında boşluk olunca ve odamda soba yanınca tavan arası sıcak olduğundan her akşam misafirlerim oluyor:  Mahallemizin kuzu büyüklükteki kedileri. 

  Bugünlerde burda kar olmasa da nemli soğuk olduğundan hava, hem hasta eder hem de adamın iliğine işleyen ve kat kat giyinsen dahi üşümeni engeleyemediğin bir soğuk olur. Bugünkü misafirim olan kedicik üşütmüş bildiğin anacım, hayvancağızdan düdükten çıkar gibi bir ses geliyor. Önce bi durdum dinledim, benim ciğerlerimden mi geliyor lan o ses diye. Sonra resmen mayaların kıyameti koptu kopacak gibi nefesimi tutup bekledim ki odamda yabancı bir ses; hırlıyor garibim. 

  Arada bir yer kavgası yapsalar ve " Haaasssiktirin pis kediler tepemde ne tepinip-durusunuz!" diye terliğimi tavana fırlatıp söylensem de şu ana dek kavga etmediklerinden ses çıkarmıyorum. Yalannn!!! Bildiğin yaşlanıyorum, merhamete geldim, kıyamadım bu sene kovalamaya. Yavriiiim kıyamam ya nasıl hırlıyor! :( Ama en azından sıcak bir yer temin edebildiğim için memnunum. sanırım onlar da benden memnunlar ki her kış gelirler ziyaretime. Seviyorum lan sizi. Bu fakir bıyığı siz bari yalnız bırakmayın he mi:) Gelin sık sık! Hadi bakim şimdi dinlenin güzelce.

18 Aralık 2012 Salı

söyle bakim çekirge...?


Bilin bakalım ben bu hafta nerdeydiiiim? Tabi ki Ayvalık ve Cunda(Alibey) Adası'nda. Belki resimden anlayanlarınız olmuş olabilir. Bir arkadaşımla birlikte biraz gezdik, biraz sohbet muhabbet ile uzun zamandır büyütmekte olduğum bostanımı vurdum Ayvalık sokaklarına. Yazın aşırı kalabalık olduğu için çok sevmiyorum ama bu mevsimde kimse yok, yerlisi dışında ve huzur dolu. 

Gerçi bu yıllanmış ve otsuluktan çıkıp odunsuluk kazanmış mor sümbülü çiçekleriyle göremedik ama daracık ve taş döşeli sokaklardaki harabeye dönmüş eski Rum evlerini gördükçe neden bizim tarihi ve kültürel mirasımızı koruyamadığımız hakkında bile uzun uzun konuştuk. Ayvalık Belediye binasının deniz kıyısında bulunan çay bahçelerinde oturup bir farenin çok uzun bir süre bişeyler kemirişini izledik. Deniz suyu içiyor olamazdı hayvenceğiz. Rumca konuşan iki amca geçiyor yanımızdan. Malum Midilli yakın. Kim bilir belki Ayvalık'ın yerlisi de olabilirler.
Çok uzak sayılmaz bana ama her daim çıkılıp gelinmiyor işte. Bir de fotoğraf karesine giren şu araba olmasaymış... Taştan bir okul vardı sağ tarafta, ilerde. Hatta sokağın adı Çifte Mektep idi. Şansımıza okulun bahçe kapısı açıkmış. Kurs gibi bişey vardı, bahçeye girdik. Ve inanılmaz güzel dikdörtgen sütunlu bir bahçesi var, sanki Yunan Filozof Aristo biraz sonra bir kapıdan çıkıp bizi azarlayacak veya oturup bizimle sohbet edecek. Böyle bir okulda okumak isterdim elbette. Keşke Ayvalık'a gelseymişim ilkokula :P
Tabi Cunda'ya da uğramadan olmazdı. Süper bir deniz kenarı, yumuşak-ipek bir deniz sizi sarıp sarmalayabilir her an. Karşıda küçük küçük bir sürü adacıklar. Şu yukardaki binanın tabelasında Pandora yazıyor, çözdüğüm için çok mutlu oldum :) Hemen altındakileri çözemedim ama. Eeee hiç ders almadan Yunanca bu kadar; iyi bile :P
Sezen Aksu'nun Cunda'da çekilmiş Kalbim Ege'de Kaldı adlı klibi ordaki kiliseyi gösteriyor, sokaklarında insanlarla görüşüyor, el öpüyor  Sezen Abla. Daha önceki gittiklerimde bu kilisenin halini görüp çok üzülmüştüm. Harap haldeydi, kapıları kapalı ve içki şişeleri bi tarafta, diğer tarafta duvarlarında isimler... Az biraz yukardaki başka bir kilise yıkılmış ve sadece ön duvarı ile yan duvarlarından bir kısmı ayakta idi. Akıbetinin onun gibi olmasından korkuyordum. Şimdi restorasyona aldıklarını gördüm ve inanılmaz sevindim buna. Kim bilir belki de ilerde yenilenmiş halini de görürüm. Her tarafında iskeleler bulunduğundan onun o halini çekmedim. Onun yerine hemen onun çaprazındaki bir evi çektim size, işte buyrun :
Akşam üzeri adanın tepesindeki muhteşem güneş batışından bahsedeyim size. Gümüş rengi bir deniz ve yüzdeki tebessüm. Bir de Fatma Girik ile ağır abimiz Kadir İnanır'ın kör bir kemancıyı canlandırdığı Kambur filminden kareler. :)

Cunda'ya gelip balık yemeden olmaz tabi. Sıcak mı sıcak; sandalyeleri ve masaları mavi-beyaz pastel renginde  bir balık evine girdik. Normalde benim deniz ürünleriyle aram iyi değildir. Adam bana ahtapot, kalamar bilemem ne diye sayınca çok sevmediğimi söyledim. O zaman size bir çipra mıydı neydi adını unuttum ızgara yapalım dedi. Ben de olur dedim ve inanılmaz beğendim balığın tadını. Sanırım unutamayacağım onun lezzetini:) Bir de yanında sıcacık kızarmış ekmek ve salata... Masalardaki mis gibi zeytin yağını da unutmamak gerek, sıcak ekmeğin üzerinde iyi gidiyor. Ben alışığım gerçi buna. Kızartmaları bile zeytinyağı ile kızartan bir ailede büyüdüm. Ama arkadaşım inanılmaz sevdi. Hatta o kadar çok yedi ki yemekten sonra yağ ister istemez midesini bulandırdı.:)

Son olarak da sabah otelin terasında arkadaşla beraber kahvaltı yaptıktan sonra birer fincan çay alıp deniz manzarasını izlemeye koyulduk. Deniz o kadar durgun ve ortam o kadar sessizdi ki "işte huzur lan bu!" demek için  uzaktan bir tekne sesi ile onun sudaki akisleri ve martıların cılız çığlıkları yeterli idi. Onlar da o anda eklenince birde resim tamamlandı ve yatmaktan acıyan kemiklerimin dinlendiğini hissettim.

Not: Resimler tamamiyle bana aittir. Üzerlerinde az bişey renk bakımından oynadım sadece. Yoksa hepiciği orcinal:) İzin veriyorum bilgisayarlarınıza adımla beraber kaydedebilirsiniz. Böylelikle millet nerelerde yaşıyor aq diye uğruna söylenecek bir sebebiniz olabilir:P 

17 Aralık 2012 Pazartesi

haydi erkekler soyunmaya :P

  Fark etmiş olmalısınız; filmlerde, kliplerde, reklamlarda önceden kadın bedeni üzerinde durulurken, şimdilerde  erkek bedeni üzerinde belirgin oranda bir vurgunun yapılması sizce de garip değil mi? Örneğin Ebru Gündeş'in yeniden yorumladığı Yaparım Bilirsin'in klibi. Bariz bir biçimde (bence) seksi, göze hitap eden, beyazlar ve maviler içinde hatta kimi zaman tahrik edici boyutlarda bir klip. Biscolata reklamları artık zaten herkesin malumu. Bunu anlayabilmek için müzik kanallarını birazcık gezmek kâfi. O zamandan bu zamana değişen neydi acaba? He derseniz ki bu durumdan şikayetçi miyim? ASLA!!! Yıllarca kadın bedeni sömürüldü şimdi de erkek bedeni sömürülsün. Nihohahaha :) ("Yaşasın feminizm!"  subliminal mesajını aldınız değil mi sevgili okurlar? :P ) Biz erkekler son söz olarak o halde: 

7 Aralık 2012 Cuma

mission completed

  Çocukken size de büyükler sırf kahve içmemeniz için böyle yalan söylerler miydi :  "Kahve içme kara olursun?" ya da "Kahve içersen kararırsın?" 
Netice mi? Ortada, kararmamak için kahve içilmez. Pratik bir fayda. Sizin anırmanızdan büyüklerin kafası şişmediği gibi, siz de gayet mutlu mesut oyununuza devam edersiniz. Şiş de, kebap da kurtarıldı.

5 Aralık 2012 Çarşamba

karmaşa


  Hava soğuk, yağmurlu. Tam olması gerektiği gibi. Meteoroloji mevsim normallerinde olduğunu söylüyor. Üşümüyorum. Ya da üşüyen yerim ellerim değil, yüzüm değil, ayaklarım hiç değil. Kalbim... Bütün şehir akşam olup da karanlığa gömülünce, seyyar bir sis kaplıyor dört yanı. Kömür kokuyor sokaklar, nefes alamıyorum. Kulaklarımda Göksel'in şarkısı..."Acıyor, acıyor, acıyor; Her yolu denedim bitmiyor; Kalbimin ortasında bıraktın aşkını; batıyor."

  "Böyle olmamalıydı." diye düşünüyorum. "Zaten ne böyle olmalıydı ki!" diye okkalı bir küfür sallıyorum. Kendime kızıyorum yine. Bunu huy edindim. Elimde olmayan şeyler için kendime kızmaya başladım son yıllarda. Ya da zaten hep böyleydim. Tanrı'ya mı kızmalıydım emin değilim. Beni böyle yarattığı için, diğerlerini ben gibi yaratmadığı için veya karşıma beni anlayabilecek birini çıkarmadığı için... "Hayat adil değil." diyorum, demesi kolay ama bunu çırılçıplak yüzümde hissetmeye gelince isyan ediyorum. "Acıyor, acıyor, acıyor; Her yolu denedim bitmiyor; Kalbimin ortasında bıraktın aşkını; batıyor."

  Kalabalıklar içerisinde dolaşıyorum. Yok yok, sokaklar oldukça tenha. Yağmur altında ıslanan o ahmak ben gibi hissediyorum. Gözlerimden süzülen suyun tatlı mu tuzlu mu olduğunu fark edemeyecek kadar yıpranmış dudaklarım.Isırmaya ve kanatmaya başlamışım. Bunu da huy edindim son zamanlarda. Tüm kanamasına rağmen kabuklarını soymalıyım. Hıncımı ancak bu şekilde alabiliyorum kendimden, diğerlerinden ve hayattan. "Acıyor, acıyor, acıyor; Her yolu denedim bitmiyor; Kalbimin ortasında bıraktın aşkını; batıyor."

4 Aralık 2012 Salı

bu da oldu ya la


  Şu odamın kapısının dilinden çektiğimi Umayin'in dilinden çekmedim dersem Umayın beni yolar :P

  Efenim olay şöyle; şu an odamın kapısını  ihbar etmeli ve onu mahkeme salonlarında sürüm sürüm süründürmeliyim.  Zira kendisi şu anda kişiyi özgürlüğünden yoksun bırakma(bkz. 5237s.lı TCK 109.md) suçunu işlemektedir. Daha amiyane tabirle odamda kilitli kaldaaaaıııığğğmmm! Kaç zamandır zor açılıyordu zaten. Bugün içeri girdim ve bi daha da dışarı çıkamadım. Kolu mu kırıldı  yayı mı çıktı anlamadım ama boşlukta dönüyor. Annemle uğraştık açamadık, neyse "Baban gelene kadar kır dizini otur." dedi iki odun verdi pencereden sobam sönmesin diye. Ben de can sıkıntısına evde öylece takılıyorum a dostlar. Neyse ki bütün ihtiyaçlarımı gidermiştim odaya girmeden. Artık akşam ezanını bekleyeceğiz ne yapalım.

  Boynu altında kalasıca kapı! Teneşirlere gelesice kapı! Mahpuslarda T-bag'in ceplerini tutasıca kapı! 

2 Aralık 2012 Pazar

sızı


  Sızlamak sözcüğünü ayrı bir seviyorum. mazoşist olabilirim belki de, bilemiyorum. İçerisinde sızlamak geçen her cümle daha bir samimiyet kazanıyor gözümde. Acımak sözcüğü de benzer bir etki yapıyor, bir farkla ki; ilkinde, kendimizin hissettiği bir durum varken ikincisinde, karşımızdaki insan için benzer duygular sezinleriz. İnsanın kendi içi de acıyabilir ama adı sanırım o zaman sızlamak oluyor işte. İnsanoğlunun içinde bir yerlerde bir tel var, hayat teli; belki de hüzün teli de ona bir tüy dokunsa çınlayıverecek, titreyiverecek gibi hissediyorum. Tüm tüylerim dikleşiveriyor duyduğum anda. İncesaz' ın "İç acısı" parçasının adını duyduğumda garip hissetmiştim. Tabi parçanın kendisini dinleyince  içimin acıması, sızlaması kaçınılmaz olmuştu. Çok mu rikkatli bir insanım yoksa önceden öyleydim de sonradan yitirdiğim şeylere karşı mı böyle bir hassasiyet edindim  farkında değilim. Belki de her ikisi de...