30 Kasım 2012 Cuma

gülmelik



-Plastik ayran şişesini açarken gerildiğim kadar gerilmedim şu dünyada.

-Ünlü Türk düşünürü Sevgili İsmail YK'nın da dediği gibi: beni beğeneni ben ben beğenmem, benim beğendiğim de beni beğenmez. Yoksa ben zurna mıyım, ha?

- Yaza gelince Ramazan daha bir hızlı geliyormuş gibi hissediyorum nedense. Belki de yaz geçince benim için sene bittiğindendir.

-Yunanca bir şarkıda Ankaralı Namık ezgileri duymak... Olmak ya da olmamak kadar temel bir meseledir.

-Ahu isminin söylenişi, hukuk isminin söylenişi kadar karmaşıktır ve bir avuç leblebi tozu yediğinde söylemeye sakın ama sakın çalışma!

-Bazen atasözleri ve deyimleri çok garip buluyorum, Türkçe öğrenen bir yabancıyı bu sözleri duyduğunda hayal dahi edemiyorum.  "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" deyimi nedir yahu? Peki bunların kafiyeli olanları, güzelce ifade edenlerine bişey dedik mi?Çemkirme hemen! Misal: Önümüz darı kavuruyor, arkamız harman savuruyor.

-Bir evin kapısını çaldığımda ev sahibinin gelmesini beklerkenki fonda çalan gerilim müziği en son Kuzuların Sessizliği için yapıldı. Elimi kolumu nereye koyacağını bilememe, yüzümü hangi tarafa çevireceğimi kestirememe, her an arkadan simsiyah bir elin omzunu tutuverme ihtimali...

-Telefon melodisini Ekmek Teknesi 'nin jenerik müziği yaptığı için her çalışta heyecanlanan ve sırf müziği dinlemek için daha geç cevap veren, psikosomatik sorunları olan bir insanım ben.

28 Kasım 2012 Çarşamba

"katip ahvalimi şah’a böyle yaz"*


  Her şey  6 Temmuz'da Maliye Bakanlığı'na atanan 157 avukatın büyük umutlarıyla başlamıştı. Ama kimse bunun bir umutsuzluğa dönüşeceğini tahmin dahi edememişti. Atandıktan sonra günleri günler, haftaları haftalar, daha sonra da ayları aylar kovalamaya başlamıştı. Maliye Bakanı M. Şimşek'in önüne atama ve yerleşme evrakları çoktan gelmiş olmasına rağmen -hazinedeki paraları saymanın çok zor olmasından mı, havaların henüz çok sıcak olmasından mütevellit sahillerde  güneşlenen Bakan'ın önce girince soğuk alışınca ılık olan sulardan mı yoksa Sweet November'ı Kasımda Aşk Başkadır diye çeviren o hain aymazın işgüzarlığından mı- neden 3 ay imzalamadığını kimse bilmiyordu. Üstelik bu yönde atanan kimselerden defalarca Şimşek'in adeta kör gözüne parmak hesabı tweet ve mail almasına karşılık "Gözlüklerim kolormatikli bile değil." şeklinde bir sebep bile  gösterilmemesi bütün sinirleri germişti. Halbuki Bakan haklıydı. Sırtındaki güneş kremi bile kurumadan kalkıp da işlemleri hızlandırması ile, Türkiye ekonomisi üzerine bilmem ne kadar binlik kambur oluşturacak pamuk ipliğini biraz daha gerecek 157 insanın atanması gerçeğini hiç biri göremiyordu. Aynı tarihli ÖSYM atamalarıyla diğer kurumlara atanan kimseler beşinci maaşlarını alarak devlete nasıl da yük oluyorlardı zaar. İnsanları idare etmesi ne zordu Allah'ım! 

  Bakan baktı ki bu kör cahillerin laf anlayacağı yok, "Bari imzalayayım da iş benden çıksın, bana da yetti gari. Hem malum artık sonbaharın sarımsı günleri de geldi. Benim de kravatımı takma zamanımdır. Kasım aşk mevsimidir, hepsinin gönlünü alıveririm." deyiverdi Allah seni inandırsın. Bu garipleri, imzayı görünce bir heyecan sardı, hepsi birer birer evraklarını teslim ettiler ve beklemeye koyuldular. Aralarında atandığı için işini gücünü bırakıp ailesinin yanına gidenler vardı. Bazıları ise hemen evlenip barklanıp çoluk çocuğa kavuşmuştu. Böyle bir şey olabilir miydi? Bu ne aceleydi hemen. 

  Bir de utanmadan bakanlık görevlilerinin işlerini yapmalarını sürekli arayarak engellemeleri; en can sıkıntısı da oydu."Kaç ay oldu?" diye hesap sormaları yok muydu! Ahh,  kesivereceksin telefonun kablosunu bak ondan sonra rahatsız edebiliyorlar mıydı! Ama olmuyordu işte, devlet vatandaşına Beşparmak Dağları'nın baştan ve/veya sondan üçüncü parmağının hangisi olduğunu göstermesini isteyemezdi. Sonuçta bundan sonraki aşama prosedür ve bürokrasi idi. Bakan engelleyemezdi ki bu işlemlerin işleyişini. Neticede en fazla Ocak ayında herkes yerleşmiş olurdu, o da tahmini tabi. Aman canım onlar da o zamana kadar dinleniversinlerdi, bir daha  böyle fırsatı arasalar bulamazlardı. Hem insanların "İzne mi geldin?" ya da "Sizi almayacaklar galiba?" sorularına espirili bir dille gülüp geçivermek, nanik yaparak kedilerin kuyruklarına teneke kutular bağlamak eskilerde kalmış ne güzel âdetlerdi oysa ki. İnsanların hiç espiri anlayışı kalmamıştı bu devirde. Bak Türk aile yapısının sağlamlığı da böylece test edilmiş oluyordu. "Yavrucuğumdur." diyerek 25-26 yaşına gelmiş eşşek kadar herifleri anasının gözüne basıyordu aileleri. Bu tablo tam bir göz yaşartıcı etki yapıyordu.

   Gökten 157 elma düşmüştü, 157 avukatın başına ama hepsi kurtlu, taş gibiydi. İşe başlayamadan hevesleri kursaklarında kalmış, adaletin temsilciliğini üstlendikleri bu yolda en büyük adaletsizliklerden birine uğramış, siyasi sebeplerle haklarını dahi aramaktan çekinir olmuşlardı.  Cep delik, cepken delik kalakaldıkları bu yolda sağlıklı(!)  bir biçimde devletin hakkını savunmaya çalışacaklardı. İşteeeeee böyleydi bu hikaye de. Mutlu sonla henüz bitememişti, muratlarına erememişler, onlar da çıkamamışlardı  kerevetlerine. Varsınlar çıkanlar çıksınlardı.

* Dize Pir  Sultan Abdal'a aittir.

25 Kasım 2012 Pazar

24 Kasım 2012 Cumartesi

ah be ahretlik!



Ahhh be ahretliğim ahhh!
Hasretliğe gebe bıraktın beni buralarda
Buram buram yalnızlık koktu, ayrılık acısına katılan sütlü kahvem.
Kime desem kime eğsem başımı, ağır!
Gözlerim bakar da kulaklarım sese sağır.
Yollarına serdiğim güller
Çoktan ezildi.Geçti seher.  
Ahhh be ahretliğim ahhh!

17 Kasım 2012 Cumartesi

ömür dediğin...

   Benim standartlarımda uzun bi yazı olmakla birlikte "insanın başına herşey geliyor." dedirten gerçek bir olaydır. Dedemden işittim. Umarım sıkılmazsınız:

  Ben o sıralar köyde yoktum. Devletin onca iş güç ve yokluk arasında sırtıma yüklediği, tüm diğer genç erkekler gibi askerliğimi yapmak için Anadolu'nun bilmem hangi köşesine yola koyuldum. Havası, suyu, insanı bizim ellere benzemeyen en kıyıda, sapada kalmış memleket toprağındaydım.

  İçindeyken geçmiyor gibi görünse de gurbette günler çabuk geçer. Geri dönüp baktığın zaman sanki görünmez bir el seni ensenden tutup da yolun sonuna getirip bırakmış gibi hissedersin. Amma henüz yolun sonu değil, ortası bile değil. Askerden köyüme bin bir heyecan içinde izne gidiyorum. Oysa ki köyde anam yok babam yok. Niye bu kadar heyecanlıyım onu da kestiremiyorum.  Bir kınalı kuş pır pır edip duruyor içimde.

  Uzun bir yolculuktan sonra köye kir, pas ve toz içinde girdim. Benim adım Memet. Ninemin evi derede ve köyde iki tane Çerkez Mehmet olmasından dolayı bana Dere Mehmet derlerdi. Öksüz ve yetim büyümüş olsam da kimsenin malına mülküne göz dikmediğim gibi namusuna da laf etmedim. Ben ne kadar kimsenin malına mülküne göz dikmediysem de bazen akrabanın yaptığını akrep birbirine yapmaz. Dünyanın değişmez düzenidir bu. En yakın akrabam ve ayrıca birlikte mirasçı olduğumuz, köydeki diğer Çerkez olan dayım, ben askerdeyken ne kadar mal mülk varsa neredeyse hepsini satıp savuşturmuş, bir çoğunun da adını değiştirmişti. Bu şu demek oluyordu ki benim de hisse sahibi olduğum tarlalar ile köyden başkasının bir tarlasını takas etmiş ve direkt üstüne konmuştu. Böylece değişmiş olan toprakta ben hak iddia edemeyecektim. Nasıl olsa karşı çıkmak için arkam olmadığından beni susturmak kolay olacaktı, ondan da evvel askerdeydim.

  Son takas ettiği tarla olan Kemreli'yi  kahveden sordum soruşturdum, kimin aldığını öğrendim. Hemen gittim evine. Kısa bir hoşbeşten sonra: "Halil Dayı, siz benim tarlayı değişmişsiniz amma benim hakkımı ayırdınız da mı değiştiniz yoksa ayırmadan mı değiştiniz?" diye sordum. Bu hiç beklemediği soru karşısında Sarı Halil afallamış ve kesik kesik: "Benim haberim yok bizim oğlan. Çerkez, takas edelim deyince biz hiç düşünmedik orasını. Eğer öyleyse kalsın Kemreli ile dam geri." dedi. Dayım Çerkez, bunu duyunca küplere bindi. Esti, gürledi: "Bundan sonra ne düğününü yaparım, ne evini dikerim!" deyip onca yıl ona ırgatlık yapmış olmama rağmen beni yüzüstü bıraktı.

  İnsanın dişine haram bulaşmayagörsün a oğlum. Dünya mal mülk vardı, hepsini yiyip içtiler.  Ben aç mı kaldım? Yoooo... Kaynatamgil ve diğer akrabalar öncülük ettiler. Evim de oldu, aşım da eşim de... Şimdi bak, yenge üç ayda bir fakirlik maaşı alıyor. Yetimin malı iyi yapar mı insanı? Helal sallanır sallanır da yıkılmaz, kökü sağlamdır. Haramsa sağlam gibi görünse de tepe taklak yıkılır gider. Çok şükür, fakirdik amma çalıştık çabaladık. Annengili aç açık bırakmadık. Akşama dek çalıştık, sabaha dek yedik. İlle ki benim hakkım ondadır, ben alırım hakkımı ondan, iki elim yakasındadır öbür tarafta. Ben istemesem de kendisi getirecek zaten orda. Bi de yerini yurdunu bilen insandı, biz gibi kör cahil değildi. Yetim malı yemenin ne demek olduğunu biliyordu da gene de gâvurluğuna yaptı sanki.

1 Kasım 2012 Perşembe

Pomak düğünü

 Çanakkale'ye gideceğimi söylemiş miydim hatırlamıyorum ama yurt günlerimden çok yakın bir arkadaşımın düğünü vardı. Daha önceki yıllarda ailemle beraber gelip şehitlikleri gezmiş, sonrasında bir hafta Gökçeada'daki yazlıklarına gitmiş ve çok eğlenmiştik. Dolayısıyla aileler de tanışmış ve kaynaşmışlardı çarçabuk birbirlerine. Düğüne ailecek davet edildik. 

  Arkadaşım doksanlı yılların başında Bulgaristan'dan göç etmiş, Pomak tabir edilen kimselerdendi. Aile içerisinde Bulgarca konuşuluyor ve arkadaşım da biliyordu bu dili. Ayrıca çifte vatandaştılar. Akrabalarının hemen hemen hepsi hâlâ oradaydı. Yazları senede bir gidip geliyorlarmış. Düğüne akrabalar da geldi. Türkçe'yi içlerinde bilen çok azdı. Bilenler de tek tük kelimelerle konuşuyorlardı. Çoğu zaman anlaşmak için arkadaşın veya ailesinden birinin yardımını alıyorduk. Ama o kadar sıcak kanlılar ve  kadar samimilerdi ki dil engeline rağmen beden dili ile, bizi her görüşlerinde gülümseyerek ve işaretlerle anlaşıyorduk. Onlar bizi çok sevdiler, biz de onları çok sevdik. Sevginin dili olmadığını gördük velhasıl.

  Salona gitmek için hazırlanmaya başladığım sırada arkadaşın yengesi bana bişeyler söyledi, yüzüme dikkatli dikkatli baktı ve bana sarılıp öptü. Çok hoşuma gitmişti bu, bir anne sıcaklığı vardı. Kendi yengelerim beni böyle sıkı sarıp öpmüş insan değillerdir. Sözlerine arkadaşın annesi tercüman oldu: Amcasının bir oğlu varmış. 19 yaşlarında bir gün suya girmek için gitmiş ve suda boğularak hayatını kaybetmiş. Ben ona inanılmaz benziyormuşum. Ne diyeceğimi bilemedim tabi. Trajik bir öyküydü. Bir anlamda benimle hasret gidermişti, bende onu görmüştü ama kendimi garip hissetmemi engellemedi bu durum. Gelecekte böyle bir durumla karşı karşıya gelmeyeceğimi kim garanti edebilirdi ki! Ömrünün sonuna gelmiş,adeta sayılı saati kalmış, ecelinin geldiğini bilmeyen insanlara mahsus suskunluğumu takındım. Ben de onun sırtını sıvazlayıp hazırlanmak için usulca çıktım. Ne diyebilirdim ki? Sözün bittiği yerin sınırındaydım.