19 Aralık 2013 Perşembe

-hoşt? -hav

    Hiç beklemediğin anda karşındaki insandan beklemediğin bir tepki alınca donar kalırsın ya, hep öyle mal gibi dondum kaldım işte. 


   Ondan sonra akşam yatağıma girince, yok şunu da deseydim, yok bunu da deseydim, olmaz ooooluuuummm bu daha çok içine otururdu, halbuki bunu deseydim ne güzel morarıp kalırdı, böyle yapıştırsaydım cevabı nasıl rengi solardı,... Ondan sonra karşısına geçer:" Nabeeerrr, yedin mi küsküyü!" der, sen sağ ben selamet. Ama iş işten geçer, ben içime oturan o yumruyla uykuya dalarım. 


  Hep çok istedim öyle biri olmayı, hep o türlü kişilere imrendim. Olay esnasında taşı gediğine koyan insanlara gıpta ettim. Ama bu bir lütufmuş. Sonradan öğrenilemiyormuş. Seviyorum hazır cevap insanlar sizleri!

1 Aralık 2013 Pazar

R.I.P.



   Neden bunca yakışıklı, sempatik, seksi, çekici adamları bir araya koydum merak ediyor olabilirsiniz. Kötümser bir adam mıyım, yoksa çocukluğumda topum inşaata mı kaçtı, yoksa tamamen hayvansal bir dürtü olan nalet olasıca kıskançlık duyusunun dehlizlerinde hunharca kıvranıyor muyum bilemiyorum. Ama homo yakışıklıus'u sokakta, tv'de, sinemada, tiyatroda, kendi doğal ortamlarında görünce gökten Zeus'un şimşeği inmişçesine iki düşünce tarafından çarpılmış gibi oluyorum ve içimden şu sözler sessizce dökülüveriyor:  "YERİN ALTI KENDİNİ VAZGEÇİLMEZ SANANLARLA DOLU!" ve "BU GÜZELLİĞİN SANA DA KALMAZ!"

   Tüm bu düşüncelerimi destekler gibi haklı çıkarıyor hayat beni. Genceğcik (40 yaşında olmasına rağmen gönüllerin genci o) yaşında, gene o baba Tanrı Zeus'un bilmem hangi yaratığı köşeye sıkıştırarak ortaya çıkmasını sağladığı, mermer gibi adam Paul Walker hayata gözlerini yummuş. Gitti daş kibin herif! Hem de ne traji komik bir biçimde. Sen arabalarla meşhur ol, ondan sonra arabada öl. Allahım sen aklıma mukayyet ol! Kıçıyla mı gülüyor bu hayat bana, bize?

      Neyin tribini yaşıyorum? Neyin kafası bu?Neyin kıskançlığı? "Ver kurtul kuzum toprak olacaksın!"  düşüncesinin zirvesindeki bu hal de neyin nesi? Sanki ben dünyaya kazık çakacağım! Hayır yani çirkin bir adam da değilim ama niye? Şu sıra sadece bunu sorguluyorum. İyi değilim ben. Allahını seven bi el atsın; Doktor neyim var?

28 Kasım 2013 Perşembe

geçti mi?


Bana şöyle biyer verin, 
Yanıma da bir kedi. 
Ve sevdiğim kocaman gülüşlü adamı,
 Bir de dumanı üstünde çay;
 İstemem gayrısını, senin olsun dünya.



24 Kasım 2013 Pazar

ütopya


Bi de imkan olsa, sınırlar açılsa Avrupadakiler rüyalarını süsleyen esmer ırka, Türkler de hülyalarının prensleri olan sarışın ırka kavuşsa, bitse bu zulüm, bitse siyahın siyaha, sarışının sarışına üstünlüğü... 
Bütün dünya buna inansa, bir inansa hayat bayram olsa...

10 Kasım 2013 Pazar

kimsesizlik başka bişey-3


    Annenin gözü yaşlı,isyan halinde. Kabarmış tüylerinin altına almış yavrusunu, savunmaya geçmiş tilkiye karşı. Ancak karşısındakinin de en az kanatları altındaki çocuğu kadar masum, o kadar da suçlu olduğunu göremiyor. Duygusal yaklaşıyorlar olaya çok doğal olarak. Bunda abes hiç bir taraf yok diye düşünüyorum. 

   Yazı ile sordum kuruma, ne oldu bu çocuğun akıbeti, dedim. Şubat ayında dünyaya gelmiş, acilen devlet koruması altında bir kuruma kaydı yapılmış. Mahkeme kararıyla hemen koruyucu bir aile yanına verilmiş. Ancak henüz bir yılı doldurmadığı için evlatlık işlemleri tamamlanmamış. İki kişinin beş on dakikalık zevk uğruna yediği nanenin ceremesini çekmemeliydi o günahsız. Ama neylersin ki hayat bazılarımıza daha acımasız davranıyor. Gerçi insanoğlu her zaman aceleci ve kötümserdir. Belki şer düşündüğümüz şeylerde hayır vardır bilemiyorum.  Belki kendi ailesinde olsaydı daha kötü sonuçlar ortaya çıkacaktı. Ama en azından o sıcak bir yuva bulabildi. Ya bulamasaydı? Ya o yurt köşelerinde, yağmurun ve soğuğun cama vurduğu zamanlarda bir ailenin ne demek olduğunu bilemeyen diğer tüm kimsesizler gibi olsaydı...? Muhtemelen çocuğu olmayan aile onu daha çok sevecek. Daha çok sahiplenecek. Ama çocuk ilerde bir şekilde bunu öğrenirse, nasıl hissedecek tahmin edebiliyorum. Kıymıklı taraf ona hep batacak. İstenmediğinin, bir kenara atılıp öz ailesinden uzakta yaşamanın, tüm imkanlara sahip olsan da, seni çok seven birileri olsa da bunun yerini doldurulamayacağının o ince sızısını hep hissedecek derinlerde bir yerlerde. Annesi birini bulur, evlenir gider; babası da hapisten çıkar birini bulur. Olan bu çocuğa olur. 

   Kendimizinkini  neyse de, başkalarının günahının kefaretini bir diğeri ödememeli. Herkes kendi suçunun cezasını çekmeli, her koyun kendi bacağından asılmalı. Veya öyle olmalıydı, ama olmadı. Ve şöyle bitmeliydi her şiirin sonu:

   Bir gün kızsan bana,
   Alsan başını,
   Yüz bin  yıllık yere gitsen,
   Dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?
                                                                                                        Rumî


29 Ekim 2013 Salı

kimsesizlik başka bişey-2


   Bir gün ortak bir tanıdığımız ikinci bir evlilik yapacak oldu. Aile, eş dost derken nikah kıyıldı. Aklışlar ve tebrikler yapıldı. Söylemesi ayıp düğün yemeği olarak köftesiyle meşhur bir yere gidelim denildi. Yuvada çalışan tanıdığın eşi, çocuklara değişiklik olsun diye onları da, düğün sahibinden daha önceden izin alarak, getirdi. Anne tavuk gibiydi. Etrafında yaşları 4-8 arasında değişen altı çocuk... Cıvıl cıvıl... Çocuktular işte! Ne bileyim en az diğerleri kadar! Ama gene de bi ilgi açlıkları var. 

   Tanıdık, iki çocuğu ve bu yuvadaki çocuklardan biri aynı masaya oturduk. Köfteler geldi. Onun köftelerini üçe böldüm, kolay yesin diye. Bardağına ayranı  ikiye ayırarak doldurdum ki dökmesin. Yemekleri yiyip çayları içtikten sonra yavaş yavaş kalkma vakti gelip de ayaklanınca diğerleri de yanımıza geldiler. Birisiyle bilek güreşi yapmaya başladık, masamıza oturanla. Zayıf bileklerine karşı fazla direnmedim, direnemedim demek daha doğru olurdu. Omuzlarında taşıdığı yük şüphesiz, benden fazla. "Vay be!!! Ne kadar da güçlüsün, az önce içtiğin sihirli iksir seni çok güçlü yapmış." dedim. Hepsi sırayla başıma toplaştı. "Benle de yap, benle de yap!" diye. Hepsiyle tek tek yaptık, gönülleri olsun diye. Ama az biraz büyük olanı "Sen şakacıktan yeniliyorsun." dedi. "Olur mu dedim, az önce içtiğiniz o renkli şey var ya aslında sihirli o, yenemiyorum elimde değil. Gel bi daha deneyelim." dedim. Elimi daha bir kuvvetle tutup, yenildim. O zaman ikna ve mutlu oldu. 

   Tüm bunları bilirken, en başta bahsettiğim şu iki gencin salaklıklarına kızmadan edemiyorum. Salaklık diyorum çünkü bunun elle tutulacak bir tarafı yok. Beş dakikalık zevk uğruna, bir insanın hayatıyla bu kadar oynamak, onun hayatına dair bazı onarılamayacak sonuçlar ortaya çıkarmak başka bir sözcükle anlatılamayacak kadar ağır idi. Hatta çok daha fazla şeyi hak ediyordu da; o da edep sınırları dışına çıkıyordu, sustum. 

   Kız onaltı yaşındaydı, gençti. Kendi de çocuktu belki. Sevmiş çocuğu. Tanıkları olan arkadaşlarının ifadelerine göre çıkmaya başlamışlar. Ahh, o çağlarda aşk hem zordur, hem kolay. Çocuk da bunu tabi... Sonra askere gitmiş. Askerde araşmışlar, izne geldiği bir zamanda erkek bunu arkadaşının evine götürüp içeceğine ilaç atmış. Bayıltmış. Evet, evet aynen Yeşilçam filmlerindeki gibi. İnanmazdım bu tür olayların olabileceğine, "Yok canım sen de!" der dalga geçerdim. Ve olan olmuş. Kız hamile kalınca ortaya çıkmış durum. 

   Aile şikayetçi olmuş, erkek tutuklanmış. Nasıl da güzel gözleri var. Korkuyla karışık öğrenmiş hakim karşısında durmayı, sesi titremiyor. "Oğlum manken gibi adammışsın bu kıza mı kaldın, bundan dolayı mı içerde çürüyeceksin, yazık!" diye iç sesim dürttü. Sus, dedim! Bir ara gülesim geldi. Hala daha lise öğrencisi gibi el kaldırarak söz istiyor mahkemeden. Sen düşün nasıl da çocuk ruhlular daha. Erkek, kızın kendi rızasıyla birlikte olduklarını söylüyor, kız ise tecavüze uğradığını. Bir sürü konuşmalar, tanıklar, anne-baba feryatları. Tıklım tıkış mahkeme salonu. Bir de sıcak. Nefes verirken duman çıkıyor sanki ağzımızdan içerde. Üstümdeki cüppe yapışıyor sırtıma.   Hararetli bünyeler, gerilmiş sinirler yay gibi... Sanığın en ufak sözü anne babaya batıyor, hemen karşılık buluyor. Hakim tarafından sert bir biçimde bastırılıyor sesler. Mahkeme düzenini bozmamaları gerektiği hatırlatılıyor. 

Devamı gelecek...

24 Ekim 2013 Perşembe

kimsesizlik başka bişey-1

   
   Bu şehre gelişim sisli bir kış sabahı olmuştu. Henüz alacakaranlık kalkmadan, şehrin ışıkları hayaletimsi mahmurluğuyla etrafı aydınlatmaya çalışıyordu. Yeni bir hayat kurmaya geldiğim bu şehirde neler göreceğimi tahmin bile edememiştim. Az sonra anlatacağım olaydan sonra da kim bilir neler görecektim. Ama bu benim de taraf olduğum olay, epeyce bir zihnimi meşgul edecek, üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olacaktı. 

   On altı yaşındaki bir kız ile henüz askerlik yaşına gelmemiş bir erkeğin hikayesi miydi; yoksa cinsel dürtüleri bastırılmış bir toplumda cahilce ve şehvetle yaşanmış bir gecenin ardından dünyaya gelen yumuk elli, pembe yanaklı, uyku mahmuru gözleriyle etrafı tanımaya çalışan bir masumun sarp ve yokuş hayat yolunun ilk adımı mıydı tam emin değilim. Belki her ikisi de... 

   Sabahın ilk ışıklarında beni almaya gelen ailemin tanıdığı ama benim sadece simasını bildiğim birinin eski sayılabilecek taksisine bindim. Yeni tanıştığım insanlara davrandığım gibi biraz ürkek ve çekingendim haliyle. Ama bu saatte, hiç bilmediğim bir şehrin gene hiç bilmediğim bir caddesinde sabahın alacakaranlığında uykusundan fedakarlık yapıp beni almaya gelen bu kişiye karşı tanıdık sıfatını yakıştırmakta abes görmedim. Gözlerim, gece otobüste bir uyuyup bir uyanmaktan, içinde bir avuç kum varmış gibi yanıyordu. Taksiye binip koltuğa oturduğumda gözlerimin aksine soğuktan içimin ürpermesine engel olamadım. Eve geçip hem gün ışıyıncaya dek kahvaltı yapıp biraz dinleniriz hem de getirdiğim valizi kalacak bir yer ayarlayıncaya dek bırakırız diye düşündük.

   Eşi evde yoktu. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirme Kurumu'na bağlı yuva denilen evlerden birinde çalışıyordu. Birer gün arayla çalışıyor, gece nöbete kalıyordu. Sonradan öğrendiğim kadarıyla işini de gayet güzel yapan biriydi. Hatta o kadar ki baktığı altı çocuğu kendi oğullarından ayrı olmasın diye okula giderken çantalarını dahi kendisi taşıyordu. 

   Bu konuda arada konuşuyorduk. Sevgiye o kadar açlar ki diyordu, ona anne diyorlarmış. Eşi, yani sabahleyin beni almaya gelen tanıdık arada onları gezmeye götürüyormuş. Bu sebeple çocuklar ona da baba diyorlarmış. Tanıdıkların iki tane kendi oğulları var. Onlarla yakın yaştalar. Ve arkadaş olmuşlar, birbirleriyle oynuyorlar. 

   Ben hep bu tür çocukları kimsesiz zannetmişimdir. Annesi, babası, ona bakacak ninesi dahi olmayan kimseler...Nedense ailesi tarafından istenmeyen, terkedilen veya velileri ayrılınca yeni eşler tarafından istenmeyen çocukları bir türlü hafsalam almamıştır. Öyle ya istenmeyen çocuk mu olur! Çocuk bir kez dünyaya geldi mi, sular durur, dağlar yerinden oynar, kainat sessiz kalır ve sadece duyulan şey, o masumun çığlığı, hayata tutunuşu olur. Koskoca bu dünyada kimsesiz, bir başına olmak; istenmemekten daha az acı olsa gerek. Hele ki onca dünyadan bihaberliğine ve yumuk ellerine rağmen.

Devamı gelecek...
Yukarıdaki resim hamile iken ölen ve bebeğiyle beraber gömülen bir kadına ait

13 Ekim 2013 Pazar

Keşif


   Anadolu insanı yücegönüllüdür, sevecendir, misafirperverdir ama bir o kadar da inattır, inat. Biraz da cahildir, maalesef cahil bırakılmıştır. Cuma günü şu olayla birlikte bu düşüncelerim bir kez daha doğrulanmış oldu: 

   Mahkeme heyeti ile bindik minibüse 48 km uzaklıktaki beldede keşfe çıkacağız. Başta herşey mükemmel başladı. Puslu bir hava var. Geçiş mevsimlerinde burada çok sis oluyor, gün ve gece arasında sıcaklık farkından dolayı. Ama yol boyunca bir inişli bir çıkışlı tepelerin yanında uzanan deniz gene de güzel görünüyor. Hakimlerle tanıştım. Hatta minibüste giderken birisinin hemşehrim olduğunu öğrendim. İkiz kızları varmış. Uykusuzluktan gözlerimiz çöktü, diyor. Stajdan, avukatlık mesleğinin sorunlarından, İstanbul'da bu mesleğin neden icra edilemeyeceğinden, o ilk tanışmaya özgü havadan sudan konuşuyoruz. Konuşacak birisi olunca yol çabuk biter. Farkında olmadan beldeye geldik.

   Davalar, yerel belediyenin şehir planında bazı yerleri imara açmasından ve köylülerin bundan rahatsız olmalarından kaynaklı davalar. Dolayısı ile belediyeye karşı açılmış. Büyük bir kalabalık ve belediye başkanı bizi bekliyor. Geldik, insanlarla tokalaşma faslından sonra toplantı odasında herkesin davası hakkında konuşuldu, bilirkişilere bilgi verildi.  Köylülerden bir çoğu fakir, üstü başı pejmürde denebilecek amcalar. Tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Tarım arazilerinin yerine ev dikilmesini istemiyorlar. Toprak da o kadar verimli ki bire beş veriyor; haklılar da. Vergisini ödeyemeyiz biz buranın sonra, diyorlar. Bu amcaları görünce içim bi kımıldıyor. Ahhh bu belediyeler! Oy uğruna ne şehircilik bıraktılar ne de vatandaşın hakkını verdiler, diyorum içimden. La Havle çekip devam ediyoruz. O esnada köylülerden birisi, sürekli belediye heyetindeki kişilere sataşma halinde. Sessiz sedasız laf sokuyor, gerginlik oluşturuyor. Ama kimsenin fazla kulağına gitmiyor ufak bir kaç uyarı dışında.

   Keşif için önce bir kaç parsel dolaşıldığı sırada hakimlerden birisi bu amca ile konuşuyor biraz yatışır gibi oluyor. Durumu açıklıyor: "Biz kimsenin tarafı değiliz, sadece yapılan işlem kanuna uygun mu onu halletmeye çalışıyoruz, sizin aranızdaki kişisel problemler bizi ilgilendirmez, amcacım ortamı germeye gerek yok." diyor. Biraz yatışır gibi oluyor. 

   Yüksek gerilim hatlarının geçtiği şehrin yakınında, ince kıvrımlı tepelerin olduğu yere geçiyoruz. Burasının yeryüzü şekilleri hep böyle. Henüz çok adapte olabildiğimi söyleyemem. Kara ile ufuk çizgisinin birleştiği yeri görüyor insan gözü. Ağaç yok, yalçın dağlar yok. Alabildiğine uzanan hafif yükseltili tepeler ve verimli topraklar...Araçlardan iniyoruz. Bozuk, toprak yolun hemen kenarındaki tarlanın içine giriyoruz. Belediye başkanı ve belediyeden imar, haritacılık işleri ile ilgilenen kimseler, avukatlar herkes orda. Dava konusu parsellere ilişkin haritalar çıkartılıyor, işte şurası bilmem kaç parsel, filanca yer şeklinde tarif verilip bilirkişiler fotoğraflar çekiyor derken aniden bir kargaşa oluyor. İç gıcıklayan bir "Ahhhh!" sesi işitiliyor. Tam o esnada adamlardan birisi gerisin geri üzerime geliyor, ne oluyor demeye kalmadan bana çarpıyor. Neyse ki çok şiddetli çarpmadığı için dengemi kaybetmiyorum. Yerde bir ayakkabı... Savrulmuş, sırtüstü yere yuvarlanan belediye başkanı... Adamı benim üzerime ittiren zabıtalardan birisinin kanayan dudağı... Zabıta hemen basıyor okkalı bir küfür ve sopa alıp geliyor arabadan. Adamın sırtına, ayırmaya fırsat kalmadan bi kaç kez vuruyor. Sonra olaya müdahale eden kalabalık neticesinde taraflar ayrılıyor. Ama ortamdaki gerginlik devam ediyor. Amca atışmaya devam ediyor. Karşıdan yumruğunu gösteriyor. "Girmesin tarlama, istemiyorum onu ben tarlamda." diyor.

   Belediye başkanı hala yerde hareketsiz yatıyor. Yaşlı bir adam, kilosu da var. O kadar ki bir süre adam kalkamayınca öldü mü yoksa diye düşünüyorum. Sonra hemen Jandarma ve ambülans çağrılıyor. İşin içinde mahkeme heyeti, baro başkan yardımcısı ve belediye başkanı olduğu için hemen hızla geliniyor, ortalık birden kalablıklaşıyor. Olay kısaca özetleniyor. İlk müdahale yapılıyor başkana. Ancak çok ciddi bişey yok. Kalçasında protez varmış. Sol omzu da daha önce geçirdiği trafik kazası neticesinde kemiğinin yanlış kaynamasından dolayı hasarlı imiş. Başkan da çok ciddi bişey olmadığı için keşfe devam ediyoruz. Ancak amca gerginliği devam ettirdiği için jandarmalar götürüyor. Keşfi bitirip tekrar belediyedeki toplantı salonunda olayı anlatan bir zabıt tutuluyor, hakim söylüyor katip yazıyor. Biz şahitler olarak imzalıyoruz. Hakimlerden biri bir ara toprağını kirlettiği için başkanı ittirdiğini söylediğini, söylüyor. "Yav ne olacak sanki, toprağın mı eksildi ayak basınca, Allah Allah." diyor.   

   Ahh be amcam! Durduk yere başını derde soktun şimdi. Yapılacak şey mi bu! Tarlama girmesin de girmesin dedin, ama şimdi bak daha mı iyi oldu. Belki de haklıyken haksız konuma düştün. İnsan tutmalı bazen kendini, özellikle de belli zaman ve mekanlarda. Ama inadı tuttu mu tutuyor işte. Ecce Homo*

*İşte(bakın) İnsan

6 Ekim 2013 Pazar

bi sigara versene

 
   "Annen sigara içtiğini bilse, öldürür seni," dedi Leyla; geçide girmeden önce sağı solu güzelce kolaçan ederken.
   "Ama bilmiyor," dedi oğlan.Kıza yer açmak için yana kaydı.
   "Her an öğrenebilir tabii."
   "Kim söyleyecek?Sen mi?"

    Leyla hafif hafif ayağıyla yere vuruyordu."Sırrını rüzgara fısıldarsan, ağaçlara söylediği için suçlayamazsın."
    Tarık gülümsedi; tek kaşı yine havalanmıştı. "Kim demiş bunu?"
   "HalilCibran."

   "Hava atmaya da bayılırsın."
   "Bir sigara versene."*

*Khaled Hosseini-Bin Muhteşem Güneş

30 Eylül 2013 Pazartesi

kışa doğru


   Geçen senenin sonbahar aylarında nenemin kışlık yakacağı için tarlasının kenarındaki tarladaki ürünlere gölge yapan çınarları keseceğiz. Hem böylece tarlaya gölge olmayacak ve verimi engellemeyecek hem de nenemin kışlık odun ihtiyacını karşılayacaklar. Zaten üç beş seneye kalmadan orman kendini yenilediğinden yine orda fidanlar boy atacak, yine büyüyecek.

   Köyde normalde yakacak olarak meşe keserler. Meşe ağacı çok iyi kalori sağlar, yandıktan sonrasında koru çok olur hemen küllenmez, kesmesi de en kolay ağaçlardan biridir. Baltayı diklemesine vurdunuz mu cart diye ayrılıverir.

   İşlem sırasıyla şöyledir kış için yakılacak odunda: Tarlada kesilecek ağaçlar belirlenir, kart/yaşlı olmalarına özen gösterilir. Çünkü ulu ağaçlardan daha çok yakacak odun çıkar ve kartlar kendiliğinden yıkılacak olursa sağa sola zarar verebilir. Hem de gençlerin daha yaşayacak ömürleri vardır, taze fidan kesilmez :) Kartlar makinelerle kesilip taşınabilir boyutlarda traktöre yüklendikten sonra evin önüne getirilir. Son aşamda, balta ile sobaya kesilecek boyuta ufaklanır.

   Çınar dedim ya; neden hani böyle çok sağlam, ayağı yere basan kimseler için kullanılırmış öğrendim. Sebebi içinde gizliymiş aslında ağacın. Ağaç büyürken sarmal şeklinde büyüyormuş. Burgu halinde büyüdüğü için de çürümesi, içine su alması vs gerçekten çok zor oluyormuş. Hatta odun kesme motorunu bile çok zorluyor. Eğer güçlü bir odun motorunuz yoksa tıkanıp kalabilir.

   Odunlar tarladan evin önüne geldi. Nenemin mahallesinde Ercan diye bir çocuk var. Nasıl kuvvetli, iri yarı elleri var. Hiç spor salonuna gitmeden çocuktaki fizik Arnıld Şıvayzınager'e taş çıkartır. Ben ise çelimsiz güçsüz kuvvetsiz nanemolla olduğumdan sadece odunları yerine yerleştirmekle görevliyim ki bu da hiç kolay bi iş değildir özünde(adam olun bunu da küçümsemeyin yani :P) Onu baltayla sobaya girecek büyüklüğe getirmesi için işçi olarak tuttuk. Çocuk nasıl vuruyor baltayı benim gözlerim yerinden fırladı. Ama odun resmen geri geri tepiyor vurdukça ufacık çentik açılıyor sadece. 

   Hafif de eserikli bir çocuk. Azıcık böyle övülmesini de sever. Hoş kim sevmez de... Nenem arada bir yüksek sesle:   "Dere(kendi eşinden, dedemden bahsediyor, lakabı böyleydi) dayın olsa: ' Huuuurrr(vur) Ercan, buban(babanın) başı yok altında huuuuuurrr!'  derdi. Ah ben bi genç olaydım, hiç sana bile bırakmazdım aaa, ahh işte gençlik gitti elden. Bacakladan bişicikle olmuyo gari! İçim gidiyor amma elden gelen yok."  dedi. 

   Ercan bunları duyunca daha bir hevese gelip daha hızlı vuruyor ama nafile. Büyük çoğunluğunu kesmeyi başarmakla birlikte bir kısmı o kadar inatçı çıkıyor ki ağaçların, artık onları bi kez daha yevmiye vererek odun motoruna kestirmek düşüyor. Yoksa mümkün değil balta, top seker gibi sekiyor geri geri odundan.

   Düşündüm, zaman adamı eskitiyor be! Sicim gibi kadındı nenem; tüfek atmışlığı mı yoktu, saban sürmüşlüğü mü, öküz devirip kesmişliği mi! Ama işte zaman çok acımasız, ince ince işliyor. Adamın farkına bile varmasına fırsat vermeden usul usul eritip gidiyor. İnsan farkına varınca da işte böyle esefleniyor.

25 Eylül 2013 Çarşamba

kalp


Kalp bir yumruk büyüklüğünde; 
ama içine koskoca bir dünyayı sığdıramıyoruz... 
Türlü sevdalar, 
hiç bitmez sanılan hasretler, 
bir türlü kavuşmayan yollar, 
o gelecek diye içinde uçuşan  kelebekler,
 gidiverecek sancısı,
 aile sevgisi, iş kaygısı, ölüm korkusu, 
diğer insanların şirretliği,...
Bu durum sizi de biraz şaşırtmıyor mu? 

15 Eylül 2013 Pazar

diyaloglar diyaloglar...

Ben(B): Anne ben bulaşık makinesi alacağım?
Ailem(A):Evlenince en iyisini alırsın oğlum.

B: Anne televizyonum 37 ekran. Diyorum ki şöyle bir TV seti alayım, LCD 
     ses sitemi filan...?
A: Ne gerek var oğlum el kızı gelince zaten beğenmez. Yenisi alınır, fuzuli 
     masraf yapma hiç.

A: Kışın burda(salonda) yat, öteki odaların peteklerini kapat, boşuna fazla 
     gelmesin doğalgaz.
B: E, yatağım var orda benim, çekyat üzerinde mi yatacağım?
A: O zaman orda, yatak odanda durursun. Nasıl olsa tek yaşıyorsun???
B: Olsun yatacak yer ayrı oturulacak yer ayrı.
A: İlerde aile olunca bütün odaları yakarsınız oğlum, ne gerek var şimdi.

B: Anne verdiğin yemek tabakları hep parça parça. Yabancı biri gelince önüne
    koymaya çekiniyorum. İçinden çatlak olanlar bile çıkıyor. Diyorum ki        
    şöyle  bir yemek takımı alayım?
A: Bekar adamın evine kim gelecek oğlum? Ne gerek var şimdi ona? Nasıl      
     olsa gelin beğenmez onları.

B: Anne ben yurtdışına gideceğim?
A: Ne işin var oğlum! Evlenince gidersin.
B: Anne, o zaman zor, çoluk çocuk...?
A: Gidersin gidersin. En iyisine gidersin.
B: Anne ben zaten evlenmeyeceğim.
A: ...???

     Yok ebesinin a.ı!!! Sanki biz bi hayat sürmüyoruz. Bu nasıl bi mantıktır yahu? Ailem nezdinde müstakbel gelin kadar kıymetim yok. E ben gideyim size gelininizle mutluluklar o zaman, diyesim geliyor. İnsanın önce kendisine saygısı olur. Hayatta yaptığımız herşeyi gelin gelecek diye mi yapıyoruz? Çüş, Oha, Yuh yani! Ailelerin bu mantığına ben...

14 Eylül 2013 Cumartesi

kapı



Bilmem sizde de olur muydu? Ama bizim evin kapılarını herkes açamazdı. Kapıların türlü türlü huyu vardı, belli şekilde çekersin, belli şekilde anahtarı çevirirsin. Muhteşem kombinasyonu yakalayamazsan açılmaz zorlar durursun. Eşyanın huylusu güzeldir. Salıvermez kendini.

6 Eylül 2013 Cuma

bu böyle yarım kalmayacak


  Seni çok özlediğim doğru. Evdeki köşene yastıkları dizdim hep orda oturuyorum. Koydum fincana çayımı, geçtim karşına senle konuşuyorum. Konuşmuyorum daha çok sohbet ediyoruz. 
İşte Eylül gelmiş ya üşümeye başlamış ellerin.  Nagihan Teyze de çıkmıyor artık dışarı havalar serin diye. Kahkahasını duyunca aklıma sen gelirdin. Kendi kendime gülerdim. 
Sonra bir ses geliyor kulağıma cızırtılı:

6 Ağustos 2013 Salı

... not to be



Herkesin aşık olduğu, vazgeçilemeyen o kişi olmak... 
Böyle talihin, bana hayrı olmayan böyle kilisenin papazanının...

4 Ağustos 2013 Pazar

arada bir ben de...

   Yanımda otobüste bal renkli gözlü bir çocuk vardı. Çok güzeldi, fena hissettim kendimi. Zaten ne zaman böyle hoşlandığım bi çocuk görsem hep içimi bi sıkıntı kaplar. Bir el içimi sıkar. Ne ordan kalkıp gitmek isterim ne orda kalmak. Göz ucuyla baktım, rahatsız etmedim kesinlikle. Tırnaklarını feci şekilde yeme alışkanlığı vardı. Sonra inmek için izin isterken abi dedi, garip oldum. Hangi ara bu kadar büyümüştüm, hangi gecenin sabahında insanların ismimle hitap ettiği yaştan abi diyebileceği yaşa, ondan sonra da amca diyeceği yaşa doğru yol almaya başlamıştım hatırlamıyorum. 

   Ramazan olmasına Ramazan da, şu sıra Tanrı ile ilişkimiz hiç iyi değil. Fazlaca sorgular oldum. Hergün bir adım daha cüretkar davranıyorum. Kızıyor belki bana. Ama ben ona kırgınım. Kırgın olunca içimi dökecek birini arıyorum. Bu da yine O oluyor. Ne garip değil mi?  Biraz stockholm sendromu yaşıyormuşum gibi oldu.

   İyi değilim şu sıra. İçim çıkana kadar ağlamak istiyorum. Böğrüm yırtılana kadar ağlamak... Kanatlarım kırılıncaya, halsiz düşünceye kadar ağlamak... Ancak düzelirsem öyle düzelirim gibi geliyor, anka gibi küllerimden değil ama; yeniden doğacağımı hissediyorum. Gel gör ki yaz günlerinde vücudun her bir gözeneğinden çıkan o tuzlu su, gözlerimden çıkmıyor. Çıkmadıkça da sıkıyor içimi. 

   Tuzlu su demişken deniz kokuyor ellerim.  Denize gittim bugün. Evet, evet bu haldeyken hem de. Alışılagelen bir durum olunca sahte bir gülümseme bütün taşları yerine oturtuyor. Bütün dünya güllük gülistanlık oluveriyor. O değil de bal gözlü çocuk güzeldi. Bi de ona ağlayayım ben en iyisi.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

kudurdum(küfür içerir)

     Bazı insanlar var böyle, bişey yazarsın, soru sorarsın veya 
bir duygunu belirtirsin. Cevap atma zahmetine bile katlanmazlar.
 Seni siklemediklerinden mi yoksa gerçekten meşgul olduklarından mı emin olamazsın. Hatta siklemediği halde meşgulmüş ayağına yatanlar 
ayrı göt kafalıdır. Kudurursun, olumlu veya olumsuz bir cevap almak istersin, çünkü bu belirsizlik öldürür adamı bilirsin, 
durduğun yerde duramazsın. Beyimizin siki daşşağı yerindedir, 
kaale bile almaz seni. 
Ha işte ben onların tümünün... 

25 Temmuz 2013 Perşembe

biri biri

   O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir fenomen. O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir blogger aleminin Güzin ablası. O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir asker yolcusu. O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir pembe gönlüm sendecisi. O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir bloggerların kalbini sinsice ve gizlice fethedip aynı sinsilikle platonik aşklar yaratan adamı. O biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir gözleri güzel, huyu güzel, herkesin canı çeken ama uzaklardan yalnız bir kovboy'u.

   Kimden bahsettiğimi hala anlamadıysan bi zahmet  "Gah kit!" Geçen az konuştuk bu zat-ı şahaneyle. Kendisiyle ne zamandır tanışıyor olmamıza rağmen pek bi cool pek sallamaz moddaydı. Ama telefonunu yazıp bırakmış. Anam ben bir şaş, bir kal gel böyle sapıttım. Artık askere gidecek diye böyle bir gönül alma moduna mı girdi, yoksa Ağrı/Patnos tek başına çekilmez, izinlerde arayabileceğim biri olsun diye mi düşündü bilemeyeceğim (nihohahah). Bundan kendisinin bile haberi yok.Ahanda ilk defa buraya yazıyorum :) Neyse kendisine daha henüz telden msj atıp telefonumu bile vermedim. ben öyle hafif meşrep biri miyim? Hiç de bile(YALANNNNNN! o cool görüntüsünün öcünü almaya çalışıyorum-yersen) Neyse ben gidip kendisine msj atayım bari. O da bu yazıyı görünce şaşadursun :) Tamam tamam giderayak söyleyeyim hala anlayamamışlar var ise: "O Gay, ben de" günün talihlisi:)

23 Temmuz 2013 Salı

bir insan, bir şarkı


   Yağmurlu bir günde Beşiktaş'ta görüşmüştük onunla ilk. Ellerim ıslak ve buz gibiydi. İnternetten o kadar yazışmış ve sonrasında resmini görünce "Ohaaaa laaannnn, çok iyi!" demiştim içimden. Kendimi henüz kabullendiğim zamanlarda karşıma çıkmıştı ya o yüzden direkt olarak bunu ona belli edememiştim. Cebimde üç kuruşluk kalan paramla hesabı ben ödemiş, ay sonuna nasıl varacağımı düşünürken hayvan gibi de kahvaltı yapmıştım. Güzel çocuktu. Üniversite okumak için İstanbul'a gelmiş, akrabasının yanında kalıyordu. Benimse son senemdi. Şehirdan ayrılmadan önceki son zamanlarımı beraber geçirmiştik. 

   Normalde pek ayrıntıları hatırlayan bir insan değilimdir. Ama o günü unutamıyorum. Soğuk bir kış gününde Fındıklı'da buluşmuştuk. Biraz sohbet edip sahilde gezdik. Arkadaşlarıyla buluşacaktı.Üniversitesinin köşesine gelince arkadaşlarını gördü. Vedalaşmak için hızla yanıma sokuldu. Boyu benden ufaktı, boynuma sarıldı. Boynumdan öpmek için ayakuçlarının üzerine yükseldi. Soğuk, ıslak bir öpücük kondurup, acele bir şekilde el sallayıp uzaklaştı. Aniden gelişip beni derinden etkileyen bu durum karşısında ne yapacağımı şaşırmış, adeta hazırlıksız yakalanmış ve anın şokuyla sudan çıkmış balıktan farksız bir hal almıştım. Görüşürüz, diyebildim. 

    Sonra mı? Ben okulu bitirip memlekete döndüm. O da yaz tatili için kendi memleketine. İnternetten bir kaç sefer yazışmış isek de gözden ırak gönülden hayli ırak oldu. Aramaz sormaz oldu, soğudu. Ve ayrıldık. Çok üzülmüştüm, şimdikinin aksine. Daha yeniydim bu işlerde. Üzülünce hiç bir şeyin değişmeyeceğini, gidenin gelmeyeceğini öğrenmem uzun sürmedi. 

   Karakter olarak birbirimizden oldukça farklıydık. Ayrılmamız belki benim ruh sağlığım açısından iyi oldu. Ama gene de seviyordum onu. Dedim ya güzel çocuktu. Çok güzel çocuktu hem de. Facebook'umdaki mesajlarını silemiyorum. Saklıyorum yaptığımız saçma muhabbetleri. Arada resmini açıp bakıyorum. Hala eskisi gibi çok güzel. Hatta daha da güzel. En son öğrendim ki yavşaklığından hiç bir şey kaybetmemiş olmakla birlikte birisine aşık olmuş. Çocuk da bunun ağzına sıçmış. Bir yanım psikopatça ohh olsun derken bir yanım aşık olduğu çocuğu kıskanmaktan asla geri durmadı. 

   Ne zaman yeni bir ilişkiyi bitirmiş olsam aklıma gelir. İçim burkulur. Keşke mümkün olsaydı derim. Keşke farklı olmasaydık, keşke o zamandan beri devam etseydi. Kaç yıllık olacaktı şimdiye. Ne yazık işte! Hayat gelip geçiyor! Gençlik geçip gidiyor. Güzel sevmek, insan da onmaz yaralar bırakıyor!

19 Temmuz 2013 Cuma

Malatya'da hippie olmak


   Bu topraklarda insanların toplaşması istenilmez nedense. Osmanlı'nın son dönemlerindeki iktidarlarda yerleşmiş taht gidecek korkusundan mıdır bilinmez, kalabalık varsa endişe vardır. Kalabalık çok kolay manipüle edilebilir bu düşünceye göre. Şimdi taht değil ama "Koltuğum gidecek" korkusu vardır.Herkes işinden evine, evinden işine gitmeli. Güzel bişey için bile olsa sokakta bir arada üç kişiden fazla durulmamalıdır. (Nitekim bu durum "duran adam" protestosunda da onaylanmış oldu.) 

   Hakkı çiğnense de yarın Huzur-u mahşere bırakmalıdır kişiler. Devlet babadır, ne yapsa yeridir, baba döverse de burnunuzun sümüğünü çeker, pusarsınız bir köşeye. Öyle şikayet neyim edilmez. Bi de Frenk gâvuruna hiç gidilmez. 

  Bir de üç kuruş etmez adamın üzerine cakalı bir elbise, omuzlarına bir iki yıldız, eline de fiyakalı bir telsiz verirseniz, bu görüntülerin aksini bekleyemezsiniz. Suç bizde gençler! Ne işi var bu ajan mıdır ne idüğü belirsiz heriflerin teeeee Malatya'da? Bi de dinliyorsunuz, ilgi gösterdiğimiz için dağılıp gitmiyorlar bak! Leş gibi de kokuyorlar, saçları da bitlenmiştir bunların. Dağılın Hülen!

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Kadirye


  Bu isimdeki kızların hepsi mi böyle olurdu?
  Nar tanesi gibi yanaklar, pempe pembe... Çekik gözlerinin içinde bir ateş, kaf dağından gelmiş gibi yanar da yanar. İyi anlaşırdık. Hatta köye gittiğimizde onların evinden çıkmazdık. Evi o kadar dağıtır ve o kadar gürültü yapardık ki gerçek anlamda ahşap döşemeli evin kasnaklarının, ayaklarımızın altında esnediğini hissederdik. Annesi de bize hiçbir şey demezdi. Babası yani dayım gelince az biraz çekinirdik, oturaklaşırdık.

  Kuzenim oluyordu zaten. Ama anlam veremediğim bir farklılık sezinliyordum onda. Geniş hayal dünyama rağmen, ayak basılan dünyanın acımasız gerçeklerini göremiyordum.

   Aramızdaki en ufak diğer kuzen daha dört beş yaşlarında bile yoktu. Ona sorarlardı Kadriye'yi ne yaptınız, diye. Dereden aşağıya attıklarını söyler, teatral bir biçimde Kadriye'nin yuvarlanışının taklidini yapardı. Sonra annesinin nasıl ağladığını gösterirdi. Çocukça bu gösteriden kendisi birşey anlamasa da aynı saflıkla bir şeyler döndüğünün o da farkındaydı. Bize anlatılmadı, anlatılmazdı da bu tür şeyler zaten çocuklara. Çünkü bu toplumumuzda şuyu vuku'undan beter denilen cinstendi. Çok sonraları yaşımız gelişip de etrafı sorgulamaya başladığımızda yarım ağızla anlatılan yıllar öncesindeki olaylara vakıf olabildik. Çoğunu da kendi hayal gücümüzle doldurarak...

  Kadriye, ki biz ona Kadirye diyorduk, benden bir yaş büyüktü. Derenin kenarında, ulu ceviz ağacının gölgesindeki köyün eski zamanlarından kalma kocaman değirmen taşının yanında evleri vardı. Halamın ikinci kızı olmasına rağmen biz onu dayımın kızı olarak bildik, öyle tanıdık yani. Dayımın hiç çocuğu olmayınca evlatlık olarak verilmişti. Ama kendisinin bile oldukça hayatiyet arzeden bu konudan haberi yoktu. Olsaydı ne değişirdi bilemem ama en azından kökeni hakkında herkesin bilgili olmaya hakkı vardır diye düşünürüm. Hem yıllar sonra gerçekler ortaya bir şekilde çıkınca kıyametler kopuyor, yaşanılan hayal kırıklıkları, yeni baştan stresli-çalkantılı dönemler kırla gidiyor. Öyle de oldu.

   Halamın kızı olmasına rağmen Kadirye öz annesini bilmediği ve sadece akrabalık ilişkisi olduğunu sandığı için, son dönemde sık halamgile gitmesi, evlatlık verildiği dayımın ailesinde tedirginliğe neden oldu. Halamın belki bir kaç hareketinin de bunda payı olabilir, bilemiyorum. Dayımlar da bu durum karşısında pek göndermemişler Kadirye'yi ya da ayağını kesmişler biraz. 

   Bir bayram günü olsa gerek. Bütün aile efradının toplandığı esnada dayımlar ve Kadirye arkadan geldiler. O ahşap merdivenlerden çıkınca salonda oturan halam dayanamadı. Kadıncağızın yüreğine bir ağırlık çöktü ve küt diye fenalaşıp bayıldı. Anne yüreği kaldırmadı belli ki hasreti. Olay o olaymış. Kadirye durumu öğrendi, bütün köy çalkalandı, babaannemgilde dediler kodular birbirine karıştı. Ondan sonra da en sevdiğim kuzenlerimden olan Kadirye ne doğru düzgün bizle buluştu, ne de halama, yani öz-annesine gitti. Oyunlarımız yarım kaldı. 

   Dayımlar, evlendirirken dahi halamların en azından önünden geçmediler, bi fikirlerini sormadılar. Ne onlar olaydan sonra fikir aldılar, ne biz eskisi gibi Kadirye'yle iki lafın belini kırdık. Eski günlerin anısına bir tebessüm edip kafamızı önümüze eğdik. Araya soğukluk girdi mi bir kez fayda etmiyor ondan sonra. 

    Şimdi Kadirye asker bir beyle evlendi ve çoluk çocuğa karışarak Anadolu'nun her bir yerini karış karış geziyor. Geçenlerde tesadüfen çocuğunun ve kendisinin fotoğraflarını gördüm, hala aynı yanaklara sahip olmasa da aynı ateşli gözlere sahip; yangın yeri gibi. 

 Dayımlar bu olaydan ve daha başka olaylardan sonra sülalesi ile olan bağlarını neredeyse kopardılar. Asıl sebep bu muydu yoksa maddi konular idi de bu onların bahanesi mi oldu bilemeyeceğim. Ama insanlar arasında birisi dayıma kızdığı zaman ilk yapılan dedikodu, dölsüz(!) olduğu sözleriydi. Elin dölüne miras kazanıyordu. Her ne kadar yaşanan bu olaylardan dolayı dayıma kızsam da bunları hak ettiğini düşünmüyorum. İnsanlar ne kadar acımasız. Tamamen İlahi Kudret'in hakim olduğu bir konuda nasıl da peşin hüküm koyabiliyorlar. 

   Son olarak tam bu olayı yazmaya çalışırken facebookta sonu şöyle biten bir hikaye okudum ve bu kadar tesadüfe de pes dedim:

    "Evlatlık ne demek?" 

      Küçük kızım şöyle yanıt verdi. 


     "Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir."

14 Temmuz 2013 Pazar

neresi kaldıysa...

   Fark ettim de sevemiyorum lan ben artık. Neden bilmiyorum ama bir kayıtsızlık halindeyim. Yok efendim kılıydı, yok efendim tüyüydü, yok burnu güzel değildi, yok çükü büyüktü... devam edip gidiyor bu sevmeme bahanelerim. Güvenmeyi zaten geçtim. Karşı taraf beni sevdiğine dair bişey dediğinde ben aynen şöyle oluyorum:

   Iyyyyyğğğğ... En sevmediğim, yapmacık yüz ifadesi. Samimiyetten yoksun, s.klemiyorum seni ama he canım he, der gibi. Nasıl oldu da böyle bişeye dönüştüm bilmiyorum. Memnun musun len şimdi yukardaki? Ama oldu pişman değilim. Öğreneceğim bi çok şey olmasına rağmen , öğrendim sanırım hayatın ve ilişkilerin en sonunda orta parmağını görmeyi. Bu da beni şartsız bir kayıtsızlığa götürdü. Eleştirdiğim tüm o şeyleri yaptım. Ve işin garibi yapmaya da devam ediyorum. Hayat sen nasıl bi kazıkçısın yavrım? Önce vuruysun sonra ağlama diysun? Ne ayaksın oğlum sen he, diyesim var. O değil, ağzım bozuldu. Küfür bilmeyen adamdım. Şimdi habire gördüğüm şeyler karşısında basıyorum Allah ne verdi-vermediyse. 

   Arada bir içim acımıyor değil. Ama geçiyor sonra, çok uzun sürmüyor. Psikolojide  abidik gubidik isimler veriyorlar ya buna; heh benimkine de savunma mekanizması mı ne diyorlarmış. Desinler değişemem, desinler değişemem. Neresi kaldıysa içimde insan kalan, artık orası acımıyor işte. Donuklaştı, hissizleşti. Zaten önceden beridir seviyor olduğum insanlar bu durumdan müstesnadır. 

11 Temmuz 2013 Perşembe

bir iyi bir kötü

     Deniz gören lojmandan çıkıp yeni ev aldım gençler. Şu yukarıdaki de evimin resmi. Tabi yersen :) Bunun kadar iyi olmasa da sevimli, güzel, yeni bir ev. 8 yıl ödeyeceğim artık, nasıl bitecek bakalım. Lojman tamam deniz manzaralıydı ama kötüydü ya. Zemin kattaydı ve pencereleri açmaya korkuyordum, tam da çingene mahallesinin dibindeydi çünkü:( Ayrıca su sızdıran bir yeri vardı mutfakta böcek yapıyordu bu yüzden, rutubet vardı.

   İkinci hafta oldu buraya taşındığımdan beri. İşime yürüyerek gidip geliyorum. Çarşının bi kaç dakika ötesindeyim. Yavaş yavaş çevre de edindim. İki tane arkadaşım oldu bile çoktan.  

     Yalnız köpeğim Limon'u vermek zorunda kaldım. Çok üzüldüm. Hâlâ daha fotoğraflarına bakamıyorum. Nalet olsun bu büyüklerin üzerimizdeki baskısına. Nenem istemedi evin içinde. Nenemi çok sevdiğim için de kıramadım onu. Hoş Limon için bu durum daha iyi oldu. Burda kolejin birisi hayvan çiftliği yapmış. Tanıdık, orda idare müdürü ve kendisinin de bir köpeği var. Yani hayvan sevgisi nedir, kendi köpeklerine nasıl bakar, sever ilgilenirler biliyorum. O yüzden çok iyi bir yer oldu. Klübesi var tasmasız ve dar bir alanda değil, başka hayvanlarla beraber, arkadaşları da var yani. Bahçıvanı da var. Hem tanıdık, ne zaman istersem görebileceğimi söyledi. Özledim şimdiden çok. O da beni özlemiş midir, yoksa oyuna mı dalmıştır bilmiyorum. 

   Bi de şu sıra işle ilgili sıkıntılar var. İlçeye geçici görevle gidebilirmişim. Ama ilçe de ta ebesinin şeyinde. Hergün nasıl giderim onu da bilmiyorum. Nalet girsin sana Malmüdürü. Adın üzerinde malın müdürüsün!!!  İnşallah bir an önce (hiç umudum yok ya) bir avukat atanır da ilçeye gitmekten kurtulurum.

   Sistem denilen şey var ya, hah o işte çok büyük bişeymiş. Ve sen ona müdahale edemiyormuşsun. Çarka çomak sokmaya çalıştığın anda parmaklarını kırıp atıyormuş. İstesen de onu es geçemiyormuşsun. Öyle de aklıma bi tespit esti işte, söylemek istedim.

29 Haziran 2013 Cumartesi

söz

   Bir göl kenarında tanıştık onunla. Evet evet şu yukarıdaki ufacık, dünya tatlısı gri gözlü çocukla. Aslında göz rengini çok kestiremedim ama güzel olduklarına şüphe yok. Ufacık elleri olsa da kocaman bir kalbi var. Limon'u zor zaptediyor, hatta ben yardım ediyorum, malum Limon durduğu yerde durmuyor. Ama gözlerinin rengini kestiremediğim bu çocuk derinden bakıyor. Dişleri çürümüş, her çocuk gibi şekerlemeleri seviyor belli. Dünyanın daha iyi bir yer olduğunu düşündüğün zamanlarda tek derdin zaten bir kaç kuruşluk şekerleme değil midir? 

   Limon'u sevmeye geliyor ablası ile birlikte. Tek başına gelmeye utanıyormuş. Başta sevmeye korkuyor da. Ama sonra alışıyor. Arkadaş oluyoruz. Bana masallar anlatıyor. Ben bir zamanlar çok iyi bildiğim ama zaman geçtikçe çocuk yanımla tozlandırdığım kırık dökük bir masal anlatıyorum. O ise aklına ne gelirse masal diye anlatıyor. Kocaman bir dünyanın içinde. Alice harikalar diyarı halt etmiş. "Tek başıma gidebilirim ki ben çoooook uzaklara." diyor. Ben olumsuz yaklaşıyorum. Ailesinin yanından ayrılmaması gerektiğini yoksa o masalda anlattığı kocaman kurdun kendisinin karşısına çıkabileceğini... 

   Geri dönüyoruz. Geniş bir düzlükte, yanar sıcakta özgürce salıyorum Limon'u. Ben önden, Limon arkadan, daha arkadan Berke ile koşturuyoruz. Özgürlüğü hissediyorum. Filmlerdeki gibi ağır çekimde hayal ediyorum hayatı. Ne ara bu kadar tozlanmışım! Silkeleniyorum yüzyıllık uykumdan, kendime geliyorum. Gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar her zamankinden daha bembeyaz. Gökyüzü her zamanki mavisinden daha mavi. İyileşiyorum ya böyle zamanlarda. İnsan yanımı hissediyorum. Hala bir çocuk doğuyorsa Tanrı insanlıktan umudunu kesmemiştir diyorum. Tanrı'yı yeniden keşfediyormuşum gibi yürekten inanıyorum buna. 

   Annem ve nenem gelecekler yarın. "Var mı istediğin bişeyler?" diye soruyor. Kabak çiçeği dolması yiyemedim bu yıl. Nasıl özledim tadını ve kokusunu. "Kabak çiçeği bulabilirseniz getirin." dedim. "Sorduk oğlum ama bulamadık, bilmiyoruz ki kim satıyor. Olmadı komşunun tarlasına gider miyiz baban götürür mü bilmem." dedi. O çiçek buraya gelir eminim.  Ne yapar eder, iki eli kanda da olsa babamı o tarlaya götürür ve kabak çiçeklerini toplar. Ah bazen dünya ne hoş görünüyor gözüme!

   Hayat bazen çok pastel renkleriyle görünüyor gözüme, özellikle şu günlerde. Uzaktaki sevgilimin ne zaman geleceği belli olmasa da, hatta gelip gelmeyeceği, seviyorum bu adamı. Umarım uzun soluklu olur diyorum. Umudum var, hem de çok umudum var bu sefer. 

   Dedim ya pastel renkler şu sıra etrafımda diye. Sadece o da değil. Bugün yeni aldığım evimdeki komşularla tanıştım. Hepsi o kadar şirin insanlar ki, lojmandakiler gibi soğuk değil. Devlet çalışanları neden böyle olmak zorundaysalar! Kapımı bir kez çalan olmadı lojmanda. Ama yeni evimde daha şimdiden mahalleden bir sürü tanıdığım oldu ve hepsi de sıcak insanlar. Umarım hep böyle iyi gider. Tek üzüldüğüm şey yeni evimde denizi göremeyecek oluşum. Lojmanda güzel bir deniz manzaram vardı. Ama yeni evimde yok. Olsun napalım! Sevdiceğim gelirse deniz yakın yürür denize gideriz Limon'u da alır...

   Kendime emrediyorum bundan sonra mutlu olacağım, ve her şey güzel olacak. Berke'yi seveceğim, Limon'u seveceğim, Gökyüzünü seveceğim, Bulutları seveceğim, Sevdiceğimi seveceğim, söz kendimi de sevmeye çalışacağım, hatta seveceğim. 

31 Mayıs 2013 Cuma

Taksime gezi parkına dair

   Siyasi konularda veya siyasileşmiş konularda pek sevmiyorum yazılar yazmayı da okumayı da. Ama bazen öyle şeyler oluyor ki bu memleket nereye gidiyor diye sorasım geliyor. 

   Taksim Gezi Parkı olayının aslında benim tespit ettiğim bir kaç bakış açısı var: 

   Birincisi; Sosyal medyaya baktığın zaman inanılmaz polise karşı barbarlık var. Veriyorlar veriştiriyorlar, "Sen insan değil misin, istifa etsene o zaman"a kadar vardırıyorlar işi. O adam eğer orda istifa ederse ekmeğini sen verip yaşamını sen idame ettirecek misin bu adamın? Şu yaşıma geldim, resmen götüm çıktı bi yerlere geleceğim diye. Kolay değil bir ekmek sahibi olup hemen öyle çekip gitmek. Polisi eleştirirken biraz daha iz'an sahibi olmak gerekir. Ona emir verenleri sen seçtin neticede.

   İkincisi: Be polis abim! Şu egonu bi indireydin, eline bi cop, beline bi silah, omuzuna da azıcık yetki verdiler diye sen de insanlığından çıkmayaydın iyidi de... De işte! Kendini Colloseum'daki kahraman gladyatörler gibi görmeyip karşındakinin de insan olduğunu hatırlayaydın da iyidi. Belki biber gazını sıkarken, copunu vururken daha insaflı düşünürdün. Kim ödeyecek şimdi bu ölen insanın diyetini? Dahası hangi diyet yetecek yok olan bir insanın hayallerini gerçekleştirmeye? Akşam evine gittiğinde bugün ağaçlar yaşasın diye direnen birini öldürdüğün için kendini haklı(!) bir gurur içinde yatağına nasıl atacaksın merak ediyorum. Hatta sebebini de geçtim, bir insan öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek olarak görmediğin için vicdan muhasebeni nasıl tamamlayacaksın?  

   Üçüncüsü: Oraya bir AVM dikilmesini umursamıyorum. Ama zaten ordaki tarihi kışlayı yıkarak bir dönemi yok etmeye çalışan zihniyet ne kadar hastalıklı ise bilmem kaç yıldır can olan, kan olan, kuşlara ev olan insanlara nefes olan bu parkı yıkmak ve yerine kışlayı geri getireceğini söylemek de aynı derecede hastalıklı bir zihniyet değil mi? Geçti Bor'un pazarı demiyor mu Anadolu'da insanlar!  "Memleketimde bir yaş kesenin başını keserim." buyurmuyor mu tarihi fermanlar? Zaten boğazına gökdelenler batmış bir şehrin bir kaç nefes alacak alanından başka korunacak tarihi eser yok mu o güzelim şehirde? Benim bildiğim yüzlerce yıkılmaya yüz tutmuş eser kaynıyor sokaklar. Ayrıca Başbakan bir dönemler Marmaray'da çıkan tarihi eserler için "çanak çömlek(!) kırıntısı" dememiş miydi ki birden böyle tarihi kışlayı önemsemeye başladı. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

   Dördüncüsü: Protestocuların tamamının gerçekten orda çevre için bulunduklarına inanmıyorum. Olayı çarpıtan, yangına körükle giden, milleti galeyana getirmeye çalışan bir çok ilginç, konuyla ilgisiz, sırf olay çıkarmak için giden gruplar da var.  Tamam çevre ve orman/ağaç sevginizi anlıyorum, çok da takdirle karşılıyorum ama amına koyim pikniğe gittiğimiz zaman neden ormanlar çöplük gibi? Madem o kadar çevrecisiniz, insanlara inat o poşetleri toplamaya çalışırken veya pet şişeyi çöpe atmaya çalışırken neden insanlar uzaylıymış muamelesi yapıyor bana? Durup önce bi kendini de eleştirmek lazım. 

   Dörtle  bağlantılı olarak belki bir ütopya veya internet geyiği olarak görülse de taşlar yerine bir bir otururken için için kaynayan ülkemde bir Türk baharının çıkması anlık bir durumdur. Bundan ise kimin fayda sağlayacağı zaten gün kadar aşikârdır. 

   Kısacası anamın dediği çıktı gene: Eğerinde de var, çarkında da var, başında oturan koca domuzda da var.