27 Şubat 2013 Çarşamba

ya sonra...?

   Mevsimin  griye dönmeye başladığı zamanlarda, Ramazan ayının kısa günlerinden birinde...Sahurdan sonra uykunun gözlere bir sürme çektiği; en tatlı anlarda uyumayan ve her üniversiteye gitmek isteyen liseli gencin hayatında bir dönem yaptığı gibi bitmek bilmez ders çalışmalar...  

   Sabaha karşı bahçenin öte tarafından bir çığlık... Annemin adını sesleniyor. Akşamdan ve sonrasında sahurdan haberim olduğundan hemen koştum. Baktım tam tuvalete gideceklerken salonda feri kesilmiş; nenemin kollarına yığılıvermiş. Hemen koltukaltlarından girdim. Nenem ayaklarından tuttu kaldırdı. Yaşamın ve olanca tecrübenin; yılların insan ruhunda bıraktığı ağırlıktan olsa gerek; baktım o zayıf, naif, incecik vücut bir  kütük kadar ağırlaşmış. İçeri yatağına taşıdık. Zor nefes alıp veriyordu. Dili bişeyler söylemeye çalışıyordu. Belki de farkındaydı son anlarında olduğunun.  O sırada annem ve ablam içeri girdiler. 

   Bense tüm o hengâmede o günki edebiyat sınavının ne olacağını düşünüyordum. Gençlik işte! Safdillik de var ya serde. Belki safdillikten değil de domuzluğumdan... Bencilliğimden... Hemen Kur'an alıyoruz ablamla elimize. Başlıyoruz Ya-sin okumaya! Bir ara o anın gerginliğinden yüzümü kaldırıp bakıyorum. Sarıya kesmiş rengi. Annemle nenem pamukla su vermeye çalışıyorlar. Sesli sesli kelime-i şahadet getiriyorlar: "Eşhedü en la ilahe illallah..."  "Hadi baba, tekrar etmeye çalış!" diyor annem, titreyen bir sesle. Tüylerim diken diken... Sabahın serinliğinden... Ayaklarımı altıma alıp tekrar geri dönüyorum ama kahretsin, karıştırdım nerde olduğumu!  Hemen tahmînî kaldığım yerin bi kaç ayet öncesinden aldım. Derin derin nefes sesleri... İnsanı hayata bağlayan,  hiç tükenmeyecek gibi hoyratça kullandığımız bu görünmez bağın aslında ne kadar ince bir şey  olduğuna dair  binbir düşüncenin kıvılcım şeklinde geçen yansımaları... Belki de insanın kendi son anını muhayyilesinde tasavvur etmekten en çok kaçındığı an... 

      Ve en nihayetinde SON... 

   Teyzemlere hemen haber salınır. Telefondan bir çığlık yükselir ama bu inandırıcılıktan çok uzak ikircikli ses sahtedir. Belki de en gereksiz sahteliklerden biridir üstelik. Sırf teyzem gelmedi diye hastalığı artan dedemin haberi olmadan gidip kaç sefer kontörlü telefonlardan teyzemleri gelmeleri için arayan bendim. Az gitmedim hem de. Dedem zeytin bahçesi bağışladığı halde bir avuç zeytin getirtemedi, söyleye söyleye dilinde tüy bitmesine rağmen. Annem: "Baba evde zeytin mi yok?Bitesiye kadar yeriz; bitti mi pazarda çok ya alırız." dediğinde "Olsun kızım ben zeytin yokluğundan mı istiyom sanki!" dedi. Babası oğluna bağ bağışlamış da oğlu bi salkım üzüm verememiş, o hesap bizimkisi. Daha neler neler... 

   Yaşarken değer vermeyen, hastalığını bildiği halde bizi akşamdan haber vermedik diye suçlayan bakışın ardından nenem daha fazla dayanamadı. Çatlayan sesine engel olamadan:  "Ne ağlıyon şimdi gari! Sağlığında değer vermedin de şimdi kıymete mi bindi? Babanı bilmiyon mu her zaman gitti gidiyor gibi oluyor. Nerden bilem biz? Hem kaç kere haber verdik baban ağır diye." diye haklı yere payladı.  

   Çıt, pıt yok... Ortalıkta ölümden öte bir sessizlik. Bazen sessizliğin daha çok can acıttığını o gün öğrendim. Elini kolunu nereye koyacağını bilemezsin. İçinde bir ürperti... Koca bir ömrün nihayete erdiğini ve ellerinden kayıp giderken hiçbir şey yapamadığını acıyla izlersin. Boğazına saplanan yumruya inat senden güçlü durman bekleniyordur.

   Oysa nenemin iki kelimeyle teyzemin canına okumasına mı odaklanmalıydık bilmiyorduk. Haklıydı üstelik. Nenem konuştu. Biz sustuk... Ölüm konuştu... Biz yine sustuk. Konuşan ölüm olduktan sonra zaten geriye bişey kalmıyordu söylenecek. Anın değerini fark ederek, sözle değil beden diliyle; yaşarken kıymetini bilmekten başka... Rahmetle...

2 yorum:

Unknown dedi ki...

insanlar neler yaşıyor!!
ne karmaşa, ne kargaşa, ne bunalımlar.. hepsi son dakika da küçük bir gülümseme için..

ah bi deli olsam dedi ki...

aynen öyle ama sanırım o son gülümseme de dünyalara değiyor sevgili kaan